O Suriye'den İslam korkusuna ve Batı'ya karşı düzenlenen şiddet içerikli Müslüman protestolarına kadar- birçok konuyu görüştüğümüz bir saatlik mülakat boyunca samimi ve açık sözlü olduğuna kanaat getirdiğim, Orta Doğu'nun en önemli liderlerinden biri. Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Orta Doğu'nun büyük bir çoğunluğu, diktatörlüklere karşı düzenlenen ve daha iyi ekonomik koşullar talebinde bulunulan halk ayaklanmalarıyla çalkalanırken, refah içerisindeki ılımlı Müslüman bir demokrasiye liderlik ediyor.
Gül'ün 75 milyonluk bir nüfusa sahip ve uzun zamandır NATO üyesi olan ülkesi, çalkantılı bölgede önemli bir Amerika ve Avrupa müttefiki olarak öne çıkıyor. Ve bu ülke, geçen 20 ay boyunca eski müttefiki Suriye'ye karşı çıkan ülkeler arasında ön saflarda yer aldı.
Beşar Esad on binlerce kişiyi öldürmeye devam ederken yaklaşık 150.000 Suriyeli mülteci Türkiye'ye sığındı ve Türkiye bu mültecilerin bakımı için 300 milyon dolar harcadı.
Suriye'ye ait uçaklar Türk sınırı boyunca uzanan bölgeleri bombaladı. Suriye'den atılan mermiler Türkiye'ye düştü. Bu gelişmeler, Türkiye'nin NATO'dan, balistik füze önleyici Patriot bataryası konuşlandırması talebinde bulunmasına neden oldu. Suriye'nin yüzlerce balistik füzeye sahip olduğuna inanılıyor.
Türkiye'nin başkenti Ankara'da bulunan Cumhurbaşkanlığı Köşkü'nde Gül'e bir savaşın patlak vermesi ihtimalini sordum.
Bir çevirmen aracılığıyla konuşan Gül şöyle dedi: "Suriye'nin doğrudan Türkiye'yi hedef alması pek de olası değil. Bunu yapmaya cesaret edemezler. Ancak akılsızlık ağır basabilir."
Gül açıklamalarına şöyle devam etti: "Tüm senaryoları düşündük ve muhtemel durum planları hazırladık. Türkiye'nin Suriye'ye girmek gibi bir niyeti bulunmuyor ancak çıkarlarımıza zarar verilirse gereken tüm adımları atarız."
Kendisine Esad'ın ayrılıkçı Suriye Kürtlerini, Türkiye'deki Kürtleri, özellikle de bir terör örgütü olarak tanımlanan Kürdistan İşçi Partisini (PKK) desteklemeleri için kışkırtması durumunda Türkiye "zarar görür mü?" diye sordum.
Gül'ün bu soruya cevabı ise şu şekilde oldu: "Eğer herhangi bir terör örgütü Türkiye sınırında bir güvenli bölge oluşturarak oradaki durumdan faydalanmaya çalışırsa hiç tereddüt etmeyiz. (...) Herhangi bir güvenli bölge oluşturulmasına izin vermeyiz. İstenmeyen eylemlerde bulunulursa anında cevap verilir."
Bu tür açıklamaları, parlamenter bir demokraside fazlasıyla sembolik bir görevi yerine getiren birinden duymak pek de alışıldık bir durum değil. Ancak 62 yaşındaki Gül, tecrübeli bir siyasetçi ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile birlikte iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisini kurdu.
Ancak Gül hâlâ Türkiye'yi Avrupalı liberal standartlar çizgisinde tutmanın önemli olduğunu savunuyor. Aynı zamanda Gül, Batı'daki İslamofobi nedeniyle üzüntü duyuyor.
Gül, "Bu antisemitizm ile aynı şey." diyor ve ekliyor:
"Bu bize, yüksek öğrenim seviyesi ve gelire sahip Batı'nın tedavisi zor hastalıklara sahip olduğunu gösteriyor. Doğu'nun cahillik ve fakirlik hastalığını tedavi etmek Batı'nın antisemitizm ve İslamofobi hastalığını tedavi etmekten daha kolay."
"İslamofobi bugünün küreselleşmiş dünyasında önemli risk oluşturuyor. Bu pahalıya mal olabilecek, dünya barışını tehdit edebilecek, sıradan insanların yaşamlarını riske atacak ve dünyadaki siyasi durumu karmaşıklaştıracak bir unsur."
"Dünya nasıl antisemitizmi önlediyse İslamofobiyi durduracak önlemlere de ihtiyaç duyuyoruz."
Gül, Mısır'ın Kıpti Hristiyan diasporasının bir üyesi tarafından ABD'de hazırlanan ve köktenci Hristiyanlar tarafından finanse edilen Muhammed peygamber karşıtı filmden de bahsetti.
Gül bu konuyla ilgili şöyle dedi: "Filmin arkasındaki kişilere ve onların geçmişlerine baktığımızda hangi gruplar ve kişilerle işbirliği içerisinde olduklarını görebiliyoruz. Bu zaten gün gibi ortada. Bu kişiler, Müslümanlar ve İslam konusunda derin bir nefret besliyorlar."
"İfade özgürlüğüne inanıyorum ancak bu tarz nefret söylemlerinin, nefreti ve şiddeti kışkırtmanın, ifade özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Eğer bunu engellemezsek bu daha büyük sorunlara neden olacaktır."
"Batı dünyası Afganistan'da asker bulundururken Orta Doğu ile de meşgul oluyor. Öte yandan güvenlik konularına neden olan kasti nefret eylemlerine izin veriyor ve her iki tarafın halkı da bundan muzdarip oluyor."
Gül'e Müslüman dünyasında İslam'ın, Kuran'ın ve Muhammed Peygamber'in aşağılanmasına karşı düzenlenen şiddet içerikli protestolar hakkında ne düşündüğünü de sordum.
Gül cevabında, "İslamofobiyi teşvik eden provokasyonlar yeniden vuku bulacaktır. Bunlar kasti olarak yapılıyor. Ancak bu provokasyonlar görmezden gelinmelidir. Müslüman dünyası bu şekilde karşılık vermemelidir."
Gül'ün eşi Hayrünnisa başörtüsü takıyor. Bu, Gül 2007'de cumhurbaşkanı olduğunda tepkilere neden olmuştu. O dönemde güçlü olan ordu bir darbe imasında bulunmuştu. Generaller kendilerini, kamu alanlarında dinin açık bir şekilde sergilenmesini yasaklayan otoriter laikliğin koruyucuları olarak görüyordu. Başörtülü birisinin Cumhurbaşkanlığı Köşkü'nde yaşamasını akılları almıyor.
O zamandan bu yana ordu sivil kontrolün altına girdi. Gül övünmek yerine, generalleri, zamana ayak uydurdukları için takdir etti.
Gül'ün "devrim değil, evrim" felsefesinin bir parçası olarak kendisi ve eşi hiçbir zaman Cumhurbaşkanlığı Köşkü'ne taşınmadı. Hayrünnisa hiçbir zaman generallere bulaşmadı. Ancak resmî etkinliklere hatta askerî geçiş törenlerine katılması bir gelenek hâline geldi.
Gül'e başörtüsünün neden bu kadar güçlü bir sembol olduğunu sordum.
Aniden keyiflendi ve şöyle dedi: "Başörtüsünü bir sembol olarak görenler yanlış yönlendirilmiş ve yanlış bilgilendirilmiştir."
"Kadınlar ve kızların bunu bir sembol olarak taktıklarını düşünmüyorum. Bir militan grubunun parçası yahut başörtüsünü üniforma olarak kullanan siyasi savaşçılar değiller. İnançlarının bir parçası olarak başörtüsü takıyorlar."
Kendisine soruyu yanlış anlamış olabileceğini söyledim. İslamofobiye sahip bazı kişilerin yaptığı gibi başörtüsünün siyasi bir iddianın, hatta İslami militanlığın sembolü olduğunu ima etmiyordum. Aslında başörtüsüne, neden eskiden Türkiye'de olduğu gibi otoriter rejimler tarafından karşı çıkıldığını ve Almanya ile Fransa gibi demokratik hükûmetlerin okullarda başörtüsünü yasakladığını soruyordum.
Gül açık ve kesin ifadesine sadık kalarak şöyle dedi: "Başörtüsü Türkiye'de hiçbir zaman bir direnişin sembolü ve bir mücadele unsuru olmamıştır. Bazı ailelerin kimi fertleri başörtüsü takarken diğerleri takmayabiliyor. Bu kişisel bir tercihtir ve son derece demokratiktir. Asıl, başörtüsünü yasaklayan hükûmet katıdır ve demokratik değildir."
Gül'e Toronto Star gazetesinde yer alan, geçen yıl Mississauga alışveriş merkezinde bir kadının başörtüsünü çektiği gerekçesiyle Brampton mahkemesinde suçlu bulunan bir kişiyle ilgili haberi gösterdim.
Gül gülümseyerek, "Bu demokrasi ve çoğulculuğun harekete geçmesidir." dedi.