Halifax Uluslararası Güvenlik Forumu’n da Yaptıkları Konuşma

22.11.2014
Yazdır Paylaş Yazıları Büyült Yazıları Küçült

Ekselansları, Hanımefendiler ve Beyefendiler,

Son beş yıldır dışarıdan ilgiyle izlediğim Halifax Uluslararası Güvenlik Forumu’na bu yıl konuk olmaktan büyük memnuniyet duyuyorum.

Aktif siyasi hayatımın başlangıcı, 1991’deki Birinci Körfez Savaşı ve onun dolaylı bir sonucu olan Madrid’deki Orta Doğu Barış Konferansına tesadüf eder. O dönemin liderleri, bölgenin bir sinir merkezine benzeyen Filistin meselesi ile Orta Doğudaki diğer sorunlar arasındaki karmaşık bağın ve dolaylı da olsa etkileşimin bilincindeydiler. Bu bağ, ne yazık ki, bugün de geçerlidir.

O günden bu güne, Orta Doğu’daki çeşitli ihtilafların çözümü için başlatılan birçok girişime, planlara, projelere, temaslara tanık oldum.

Bunların bir bölümüne parlamenter, Başbakan, Dışişleri Bakanı ve son olarak da Cumhurbaşkanı olarak bizzat katkıda bulundum, bazen şahsen inisiyatif aldım.

Orta Doğuda kalıcı bir barış, istikrar ve işbirliği ortamının yaratılması için uluslararası toplum gerçekten büyük bir enerji harcadı. Siyasi yatırım yaptı, entellektüel ve mali kaynak kullandı.

Bu noktada, iki partiden de ABD Yönetimlerinin, son olarak Başkan Obama’nın, Senatör Mitchell’den Senatör McCain ve Dışişleri Bakanı Kerry’ye kadar politikacı ve diplomatların samimi ve yorulmak bilmeyen çabalarını takdirle karşıladığımı belirtmek isterim.

Kendi adıyla anılan değerli bir plan sunan Suudi Arabistan Kralı Abdullah ve bölgedeki diğer aktörler ile Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliğinin ve Rusya’nın bu yöndeki çabalarını da takdirle belirtmem gerekir.

Ne yazık ki Madrid Barış Konferansı’ndan bu yana geçen çeyrek asırdır harcanan bir yığın çaba istenen sonucu vermekten uzak kalmıştır. Sağlanan mütevazi ilerlemeler bazen sabote edilmiş, kimi zaman da geride kalmıştır.

Bunu yanısıra, bölge halklarından ve dünyanın farklı yerlerinde binlerce masum insan Orta Doğu kaynaklı şiddet veya terörün kurbanı olmuş, hayatta kalanların kin, nefret ve rövanş duyguları bilenmiştir. Geçen yaz Gazze halkının yaşadığı trajedi, IŞİD’in utanç verici cinayetleri ve geçen hafta Kudüs’deki sinagogda hayatını kaybedenler bunun son örnekleridir. Bölgeden binlerce kilometre uzaktaki Kanada’da geçen ay yaşanan terör olayı şiddetin sıçrama etkisinin son örneği olmuştur.

Geldiğimiz noktada, ilerleme olmadığı gibi durum daha da ciddileşmiştir. 1991’de tek tehdit Saddam Hüseyin iken, bugün tehditler çarpan etkisiyle çoğalmış ve kümülatif bir sonuç yaratmıştır. 1991’de Başkan Bush ve Başkan Gorbaçev Madrid Barış Konferansını ortaklaşa düzenlemişlerdi. ABD ve Rusya, bugün ise, Ukrayna ihtilafının dikkat dağıtan etkisiyle Orta Doğu’da birlikte çalışamaz duruma gelmişlerdir.

Birinci Körfez Savaşını takiben Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin Irak’ın silahsızlandırılmasını düzenleyen 687 sayılı kararı uygulanmaya başlamıştı. Bu kararın aynı zamanda, bölgenin kitle imha silahlarından arındırılması perspektifini ve buna dair bir hüküm de taşıdığını hatırlatmak isterim. Körfez Savaşı’na Arap desteğini temin etmiş olan bu hüküm, Başkan Obama’nın girişimiyle 2010 yılında düzenlenen bir konferans dışında henüz yerine getirilmekten çok uzak bir vaad olarak durmaktadır.

Bölgedeki durumun bugünkü vahametini izah edecek kilit ifade, ‘’hayal kırıklığı’’ olabilir. Bu hayal kırıklığı, gerek ihtilafların sebebini, gerekse sonuçlarını açıklayabilir. Gerçekten de hem bölge ve dünya halklarının, hem de uluslararası toplumun elitleri, başta Filistin meselesi olmak üzere Orta Doğudaki sorunların çözümsüz kalmasından ve durumun daha da derinleşmesinden dolayı hayal kırıklığı içindedirler. Bunun şu veya bu şekilde sonuçlarının olması beklenir.

Kötümserlikten bir süre uzaklaşmak ve bazı dersler çıkarmak için son aylarda gözlemlediğim bazı olumlu eğilimlere de işaret etmek isterim:

a) Suriye’nin kimyasal silahlardan arındırılması, kayda değer bir gelişme olmuştur. Bu, uluslararası toplumun ortak hedefi olan bölgenin kitle imha silahlarından arındırılması yolunda ortak çabanın sonuç verebileceğini de göstermiştir.

b) Aynı alanda bir başka, hatta daha da önemli bir gelişme, İran’ın nükleer programı ile ilgili müzakerelerin olumlu sonuçlanabileceğine dair beklentilerdir. Bu gerçekleşirse, çoktaraflı mekanizmaların ve kazan-kazan anlayışına dayalı bir diplomasinin büyük bir zaferini teşkil edecektir. Dışişleri Bakanı ve Cumhurbaşkanı olarak bu sürecin çeşitli aşamalarında Tahran’a giderek veya görüşmelere Türkiye’de evsahipliği ederek dahlim olduğunu memnuniyetle söylemeliyim. İran dini lideri Ayetullah Hamaney’le bu konuyu doğrudan görüşen tek NATO Müttefiki ülke devlet başkanı olduğumu da belirtmem gerekir.

c) İran nükleer görüşmeleri başarıya ulaşırsa bölgede ve dünyada stratejik, siyasi ve ekonomik sonuçları olacaktır. Dolayısıyla çözüm-sonrası dönemde de bütün tarafların dikkatli ve özenli davranmaya devam etmesi gerekir. Nükleer dosyada sağlanacak çözümün İran’ın bölgedeki siyasi sorunların çözümünde daha istekli davranmasına ve bundan böyle yumuşak gücünü kullanmayı tercih etmesine yol açması bir fark yaratabilecektir.

d) Irak’ta eskisine oranla daha kapsayıcı, geniş tabanlı bir Hükümetin kurulmuş olması, geç de olsa bir diğer önemli gelişmedir. Bu da Irak içinde ve dışındaki aktörlerin sağduyu ve eşgüdüm noktasına gelmesi sayesinde olmuştur. Bu bana 2003’de İkinci Körfez Savaşı münasebetiyle, Başbakan olarak başlatmış olduğum Irak’a Komşu Ülkeler Dışişleri Bakanları Toplantıları Sürecini hatırlattı. Savaştan önce ve sonra Irak’a komşu ülkeler olarak P-5 ve bölgesel örgütler ile dokuz kez üst düzeyde toplanarak ortak bir gündem etrafında toplanmayı, istişare ve eşgüdüm yapmayı bir ölçüde başarmıştık. Dolayısıyla, yeni Irak Hükümetinin de, aynı anlayışla teşvik edilmesi ve desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum.

e) Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile Irak Hükümeti arasında siyasi ve petrol gelirleriyle bağlantılı mali konulardaki anlaşmazlıkların aşıldığına dair sinyaller de kayda değerdir. Kürt Bölgesinde, bağımsızlık referandumu konusunun gündemden, şimdilik, düşmüş olması da Irak’ın ve bölgenin istikrarı bakımından olumludur.

f) IŞID’a karşı oluşturulan koalisyon bir başka önemli adımdır. Bunun alandaki ilk olumlu askeri sonuçları alınmaya başlanmıştır. Ancak “hard power” tek başına yeterli olmayacaktır. Bu sorunun nihai çözümü, ümitsizlik, hayal kırıklığı veya çaresizlik sonucunda IŞİD’in cazibesine kapılan veya boyunduruğuna giren yerel Suriye ve Irak halk topluluklarının ve liderlerinin ikna edilmesinde, dolayısıyla sabırlı ve kapsayıcı siyasi çözümlerdedir. Siyasi geçiş ve çıkış stratejileri şimdiden çok iyi düşünülmelidir. Geçmişte Afganistan, Irak, Libya ve Suriye’de yapılan hatalar tekrarlanmamalıdır. Çözümler, ülkelerin siyasi ve sosyo-ekonomik dengesizliklerini de dikkate almalı; moral üstünlüğe sahip olmalıdır. Zira, IŞİD, bölgenin politik, ideolojik, ekonomik ve sosyal bütün hastalıklarının kristalize olduğu bir fenomendir.

g) Bölgedeki bir başka ilginç eğilim, bazı Avrupa ülkelerinin, partilerinin ve parlamentolarının Filistin devletini tanıma kararı almalarıdır. Bu eğilim Avrupa’da Filistin meselesinin çözümünün çıkmaza girmesinden duyulan ciddi bir hayal kırıklığını yansıtmaktadır. Tanıma eğiliminin İsrail ve Filistin’deki barışçı çözüm yanlılarının çabalarına katkıda bulunmasını ve onları teşvik etmesini ümid ederim. 2007 yılında Cumhurbaşkanı seçildiğimde, Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ve İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez beni tebrik etmek için aynı gün Ankara’ya gelerek birlikte Türkiye Büyük Millet Meclisine hitap etmişlerdi. O atmosfer, kalıcı çözüm için yeniden tesis edilebilir ve edilmelidir.

h) Arap Baharı konusuna da değinmek isterim. Bu konuda kötü haber, Tunus dışında Arap Baharının ilk dalgasının önünün kesildiğidir. İyi haber ise, Arap halklarının beklenti, özlem ve endişelerinin geçerli ve canlı olmaya devam ettiğidir. Arap Baharında dile getirilen demokrasi, iyi yönetişim, insan hakları, şeffaflık, kadın-erkek eşitliği, sosyal adalet ve fikir özgürlüğü gibi talepler gündemde olmaya devam edeceğini tahmin ediyorum. Tıpkı 1789 Fransız Devriminin bir süre sonra monarşinin restorasyonuyla geriye götürülmesine rağmen, daha sonraki on yıllarda Devrimin ideallerinin ve ilkelerinin hem Fransa’da hem de dünyada hayata geçirildiği gibi.

i) Aynı şekilde, bölgede Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı AGİT’e benzeyen bir işbirliği ve güvenlik sistemi kurulması yolunda, 1980’lerden beri üzerinde entelektüel düzeyde de olsa geniş egzersizler yapılmış olan bir vizyon mevcuttur. Bu vizyon, mevcut bütün olumsuzluklara rağmen canlı ve gündemde tutulmalıdır. Böyle uzun vadeli bir strateji, diğer sorunların çözümü için yürütülen çabalara perspektif ve dayanak sağlayacaktır. Bunun enerji ve su alanlarını da kapsayan kuvvetli bir ekonomik işbirliği boyutuna da ihtiyaç olacaktır.

Yukarıda saydığım olumlu gelişmeler bazı imkanlar, dersler ve ipuçları içermektedir. Bütün bunlar, siyasi aktörlerce bütünsel ve stratejik bir yaklaşımla, ortak bir zeminde ve yapıcı bir anlayışla ele alındığı takdirde, taşları yerinden oynatabileceğimizi düşünüyorum. Bu da sadece Orta Doğu halklarının değil, bütün dünyanın barış ve refahının çıkarına olacaktır.

Yazdır Paylaş Yukarı