4.İstanbul Forumu'nda Yaptıkları Konuşma

04.10.2013
Yazdır Paylaş Yazıları Büyült Yazıları Küçült

Kıymetli Misafirler,

Hanımefendiler ve Beyefendiler,

“İstanbul Forumu”nun açılışında böylesine seçkin bir dinleyici kitlesine hitap etmekten mutluluk duyuyorum.

Hepinizi en içten duygularımla selamlıyor, bu etkinliğe katılmak üzere özellikle yurt dışından İstanbul’a gelen siz kıymetli misafirlerimize hoş geldiniz diyorum. Ne kadar İstanbul’un havası geçen haftaya göre değişmiş olsa da yine de İstanbul’da bulunmak herhalde sizi mutlu edecektir.

Forumu düzenleyen Stratejik İletişim Merkezi ile Alman Mercator Vakfı’na ayrıca teşekkür ediyorum.

Bugün burada, ortak bir coğrafya, tarih ve gelecek vizyonu paylaştığımız Ortadoğu bölgesindeki gelişmeleri tüm boyutlarıyla ele alacaksınız.

Ben de tartışmalarınızın genel çerçevesine katkıda bulunmak üzere, dünyamızın ve bölgenin içinden geçmekte olduğu kapsamlı değişim ve dönüşüm süreciyle ilgili bazı görüşlerimi sizlerle paylaşacağım.

Değerli Misafirler,

Ortadoğu’daki gelişmelerle ilgili bölgesel bir analiz yapmadan önce, uluslararası sisteme ilişkin bazı temel gözlemlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum, öncelikli olarak.

Etkisini her geçen gün daha fazla hissettiğimiz küresel bir dönüşüm sürecinden geçiyoruz. Bu süreçte uluslararası düzen, giderek daha karmaşık ve geçirgen bir hal almaktadır. Güç parametreleri ve küresel güç dengelerinde köklü değişiklikler yaşanmaktadır.

Bir yandan, uluslararası alanda güç temerküz eden devletlerin sayısı artmakta, diğer yandan devlet-dışı aktörler ve ulus-altı kimliklere dayalı oyuncular güç kazanmaktadır.

İkinci gruptaki aktörler, ulus devlet sınırlarını ve aidiyetlerini aşacak ve merkezi yönetimleri zayıflatacak şekilde güç ve nüfuza kavuşmaktadırlar.

Küresel sistemin niteliğiyle ilgili, ‘’tek kutuplu’’, ‘’çok kutuplu’’ tartışmalarını hepimiz biliyoruz. Hiç şüphesiz artık iki kutuplu bir dünyada yaşamıyoruz. Ama gerçek anlamda “çok kutuplu” bir güç dengesi veya “kutupsuz bir dünya düzeni”nden de söz etmek hâlâ mümkün değil.

Bu tartışmalardan bağımsız olarak, temel verilere ilişkin bazı tespitler yapmak istiyorum.

ABD, halen dünyanın en büyük askeri gücüne sahip ülkedir, ancak küresel düzende yegâne hâkim oyuncu değildir. Bununla birlikte, dünya siyasetinde halen en fazla etkinlik ve nüfuz sahibi ülke olma hüviyetini de korumaktadır.

Dolayısıyla, bundan sonra uluslararası sistemin makul bir dengede olması, ancak yükselen güçlerin de dahil edildiği önde gelen aktörlerin uyumuna bağlı olacaktır.

Diğer taraftan, dünyanın ekonomik güç merkezi, Trans-Atlantik bölgesinden Asya’ya doğru kaymaktadır.

Küresel sistemin periferisinde gibi görülen ülkelerin ve kültürlerin önemi de artmaktadır. Bu aktörlerin giderek merkeze kayması, dünya sisteminin görünümünü de ister istemez değiştirmektedir.

Farklı vesilelerle vurguladığım gibi, uluslararası sistemde üç boyutlu bir “eksik denge”( ya da aksak denge) halini yaşıyoruz. Bu “eksik denge” hali “siyasi”, “iktisadi” ve “beşeri” boyutlu “açık”lardan kaynaklanmaktır.

Bu listeye hepimizi olumsuz etkilemeye başlayan iklim değişikliğiyle bağlantılı olarak “ekolojik açık”ı da eklemek mümkündür.

Küresel yönetişimi olumsuz anlamda etkileyen bu açıklar kapanmak bir yana, maalesef her geçen gün daha da açılmaktadır.

Siyasi alanda, dünyada çok sayıda ülkede, demokrasi, halkın taleplerini karşılayan ve yönetimlerin meşruiyetini sağlayan, en ideal yönetim şekli olarak “moral üstünlük” kazanmış durumdadır.

Burada önemli olan sadece rejimin demokrasi olması değildir. Toplumlar, bir yandan yöneticilerini özgür iradeleriyle belirlemeyi isterlerken; diğer yandan demokrasinin olmazsa olmaz koşulları olan, özgürlükler, hukukun üstünlüğü, insan halkları, iyi yönetişim ve ekonomik refahtan yararlanmak istemektedir.

Öte yandan, ekonomik alanda teknolojik yenilikler, daha fazla üretim ve refah getirmekle birlikte, bu refah dünyanın önemli bir kısmına adil bir şekilde yansımamaktadır.

Ayrıca, sonuçları itibariyle toplumsal ve siyasal baskıları da beraberinde getirecek küresel ekonomik dalgalanmalar önlenememektedir. Küresel krizlerin etkileri artık daha uzun ve daha yoğun şekilde hissedilmektedir.

Özetle ifade etmek gerekirse; tek çekim merkezi bulunmayan bir küresel siyasal sistem ve ağırlık merkezleri çeşitlenen ekonomik ve kültürel bir düzenle karşı karşıyayız. Bu geçiş süreci nedeniyle, dünyada birçok bölgede önemli istikrarsızlık unsurları ortaya çıkmaktadır.

Değerli Misafirler,

Bu sürecin sancılarının en yoğun biçimde hissedildiği coğrafyaların başında Ortadoğu gelmektedir.

Orta Doğu’da artık köklü bir paradigma değişikliği yaşanmaktadır. Yüz yıllık statüko, kendisine eşlik eden tüm köhneleşmiş yapılarla birlikte yıkılmaktadır. Ortadoğu’da kökeninde toplumsal hareketlerin yer aldığı kapsamlı bir değişim süreci yaşanmaktadır.

Birçok ülkede, değişimin tetikleyicisi, ülke içi toplumsal talep ve baskılardır.

Bugün, bölgede halklarının talebi, kendilerini yönetenler ile aralarındaki ilişkinin meşruiyet temelinde sürmesi ve rejimlerin halkın iradesine dayanmasıdır. Dolayısıyla, geri döndürülemez niteliktedir.

Bu sürecin sonunda, içinde yaşadığımız bu bölgede, beşeri coğrafyada, devlet ve iktidar anlayışında köklü değişiklikler gerçekleşmesi, yeni bir düzenin kurulması kaçınılmaz olacaktır.   Bölgede, nasıl bir yeni siyasi-ekonomik düzenin ortaya çıkacağı bugün hepimizin cevap aradığı temel bir meseledir.

Bölgedeki değişim ihtiyacına, az önce Suat Bey de değindi, 2003 yılında Tahran’da düzenlenen İslam Konferansı Örgütü Dışişleri Bakanları toplantısında yaptığım konuşmada bizzat -uzun bir şekilde- dikkat çekmiştim.

Mevcut yapıların halkların meşru özlemlerini karşılamaya yetmediğini vurgulamıştım. Ayrıca iyi yönetişim, şeffaflık ve hesap verebilirlik taleplerine cevap verilmesi gerektiğini belirtmiştim.

Bu gerçekleşmediği takdirde, halkların bir gün isyan etmelerinin ya da dış müdahalelerin kaçınılmaz olduğunu o gün bütün çıplaklığıyla salonda söylemiştim.

Halihazırda bölgedeki gelişmeleri değerlendirmek açısından başlıca dört temel tespitimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Birincisi, belli bir ülkedeki toplumsal ve siyasal değişim süreci, sadece o ülkeyi değil, aynı coğrafyayı paylaşan ülkelerin ve halkların geleceğine de tesir eden dönüşüm süreçlerini de tetiklemektedir.

Bununla birlikte, büyük toplumsal heyecan uyandıran bu dönüşüm süreçlerinin, belirli dirençlerle karşılaştığını, uluslararası sistem ve güç dengeleri kaynaklı jeopolitik çıkar algılarının da süratle devreye girdiğini görüyoruz.

İkincisi, bölgedeki her değişim, Irak Savaşı’ndan sonraki süreçte karşılaştığımız gibi, bölge içi güç dengelerini de temelden değiştirmektedir.

Üçüncüsü, geçmişte uzun süre baskı altında tutulan geleneksel aidiyetlerle ilgili artan bilinç, Ortadoğu’da maalesef, etnik, dini ve mezhepsel temelli kimlik siyasetlerinin öne çıktığı bir dönemi başlatmıştır.

Bu da ulus-devletleri yeni sorunlarla karşı karşıya bırakmaktadır. Neticede ülkelerin ulusal kimliklerinin, toprak bütünlüklerinin ve iç barışlarının daha fazla sorgulanır hale geldiği bir süreç ortaya çıkmaktadır.

Etnik ve mezhepsel aidiyetlerin körükleyeceği uzun vadeli istikrarsızlık ve çatışma ihtimali, giderek bölgeyi daha fazla etkisi altına almaktadır.

Dolayısıyla Ortadoğu’daki mesele, sadece belirli ülkelerdeki siyasi dönüşüm meselesi olmanın çok daha ötesinde, etnik ve mezhep gruplarının arasındaki potansiyel ihtilaf alanlarının fiili güç mücadelesi ve çatışmaya dönüşmesinin önüne geçmektir.

Dördüncüsü, bölgedeki değişime ilişkin olarak özellikle bölge dışı ülkelerin yaklaşımlarındaki çelişkilerdir. Son 3 yılda, birçok uluslararası aktörün, bir yandan, bölgesel istikrarın gerçek teminatının, halklarının taleplerini karşılayan meşru yönetim yapılarından geçtiğini savunduğunu ve bu nedenle değişim güçlerinin yanında yer aldığını gördük.

Ancak, aynı aktörlerin, değişimin ortaya çıkardığı ilk olumsuz sonuçlar üzerine, istikrarsızlığa kapı açtığı gerekçesiyle, bu defa değişime karşı çıkan aktörleri desteklediklerini de müşahede ettik.

Bu bağlamda, ortaya çıkan bu çelişkili durumun başlıca nedenlerinden birisinin, İslam dünyasının sosyo-kültürel dokusunun çağdaş demokratik düzenle uyumlu olup olmadığına dair oryantalist tartışmalarla bağlantılı olduğu anlaşılmaktadır.

Tunus’taki olaylar başlamadan iki ay önce, 2011 yılında Oxford Üniversitesi’nde yaptığım konuşmada bu konuyu ele almıştım. O zaman söylediğim gibi, İslam ve demokrasi arasında bir ikilem yoktur. Zira, her inanç ve kültürün kendisine yer bulabildiği, katılımcılığın, özgürlüğün ve hoşgörünün, hukukun üstünlüğü ile harmanlandığı çoğulcu yönetim şekli, hangi kökenden gelirse gelsin, herkes için caziptir.

Bugün başka terimlerle ifade edilse de pek çok evrensel insan hakları kavramı, İslam dünyasında da kök salmış değerlerdir.

Mesela, tarihte İslam toplumlarının en fazla önem verdiği değerler; hak ve adaletin tecellisi, hesap verebilirlik, kamunun tasarruflarında şeffaflık ve devlet yönetiminde katılım ve istişare gibi ilkeler olmuştur. Bu değerler bugün de demokrasinin içini dolduran kavramlardır.

Netice olarak, Arap halkları da tıpkı Batılılar gibi çoğulcu toplumlar inşa etmeye muktedirdir.

Bu nedenle, daha önce de pek çok vesileyle vurguladığım gibi Arap Baharı; “demokrasi ile İslam” bağdaşmaz diyen oryantalist hurafeleri de; evrensel demokratik normları kültürel farklılıklar nedeniyle reddeden “kültürel relativist”lerin ezberlerini de bozan tarihi bir gelişmedir.

Demokratik ilerlemeye imkân verecek siyasi sistemlerin ve kültürün bir anda ortaya çıkmasını beklemek biraz hayalcilik olur. Hiçbir ülkede bir gecede çoğulcu demokrasiye geçilemez. Bu, bir süreç gerektirir.

Tarihsel gelişim süreci incelendiğinde, demokratikleşmenin hızının, toplumların kendi özgün koşulları ve iç dinamikleriyle ilgili olduğu görülecektir. Batı dünyasında da demokrasinin olgunlaşmasının ne kadar uzun sürdüğünü hepimiz biliyoruz.

Burada hayati önem taşıyan nokta; demokratik sürecin yavaş veya inişli-çıkışlı olmasına rağmen, istikametinin kesintisiz olarak devam etmesi ve standartların giderek yükseliyor olmasıdır.

Kıymetli Misafirler,

Ortadoğu’daki tarihi değişim ve dönüşüm sürecinin seyrini; Tunus, Mısır, Libya, Yemen ve Suriye’deki gelişmeleri değerlendirirken; biraz önce açıkladığım bu genel çerçeveyi dikkate almamız gerektiğini düşünüyorum.

Şüphesiz, bu ülkeler, halihazırda farklı sorunlarla karşı karşıya bulunmaktadır. Gelinen aşamada, üç yıl önce Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da başlayan halk hareketlerinin temel talepleri olan özgürlük, adalet ve eşitlik beklentisinin tam anlamıyla karşılandığı söylenemez. Ancak, toplumsal mutabakatın temelinde yer alan insanlık onuruna yakışır bir temsili sistem ihtiyacı da ortadan kalkmamıştır.

Diğer taraftan, sadece mevcut sorunlara odaklanmanın daha büyük başka sorunlara yol açacağını da görmek gerekmektedir. Suriye örneğinde olduğu gibi, meşru hak ve özgürlük taleplerinin, şiddet yoluyla bastırılması, bütün bölgesel istikrarı tehdit eden bir iç çatışma sürecini de başlatmıştır.

Bu itibarla, değişim ve istikrar arasındaki gerçek çelişkinin; meşru değişim taleplerinin karşılanmadığı durumlarda ortaya çıktığını; değişime direncin istikrarın teminatı değil; bizatihi bir istikrarsızlık kaynağı haline geldiğini görmek gerekmektedir.

Kıymetli Konuklar,

Orta Doğu ve Kuzey Afrika bölgesindeki dönüşüm sürecinde, en kritik ülke şüphesiz ki Mısır’dır. Maalesef, Mısır’daki tarihi demokrasi yolculuğu ikinci yılını doldurmadan kesintiye uğramıştır.

Yaşanan olumsuz gelişmelere rağmen Mısır halkının tarihi birikimiyle bu sorunu aşabileceğine inanıyorum. Mısır’ın geleceğini inşa etmekte asli sorumluluk elbette tüm Mısır halkına aittir. Mısır’ın müreffeh ve güçlü bir ülke olmasını en fazla biz isteriz.

Mısır’ın kendi enerjisini tüketmeden bir an önce demokrasiye dönmesini ve ekonomik kalkınmasını hızlandırmasını samimiyetle arzu ederiz.

Zira, Mısır’ın istikrarının zedelenmesinden tüm Arap âlemi, Akdeniz, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ile, nihai tahlilde tüm uluslararası camia zarar görür.

Türkiye olarak Mısır ile kadim dostluk ve kardeşlik ilişkilerimizin ortaya çıkan görüş ayrılıklarını aşabilecek kadar güçlü olduğuna inanıyorum.

Değerli Katılımcılar,

Suriye’deki kriz giderek derinleşmektedir. Onbinlerce insanın hayatını kaybetmesinden, milyonlarcasının mülteci durumuna düşmesinden, yıkılan kasaba ve şehirlerden, adeta istatistiki verilerden bahsedilirmişçesine söz edilmesi, insanlık adına esef verici bir durumdur.

Suriye’deki durum bir iç savaştır ve bu savaştan henüz bir çıkış da gözükmemektedir.  Son dönemdeki, belki de tek olumlu gelişme, insanların vahşice katledildiği kimyasal silah saldırısından sonra yürütülen diplomatik süreç sonucunda BM Güvenlik Konseyi’nin, Suriye konusunda nihayet bir karar kabul etmiş olmasıdır.

BM Güvenlik Konseyi’nde alınan son kararı, her halükarda memnuniyetle karşılıyor ve uygulanmasını destekliyoruz.

Güvenlik Konseyi aldığı bu kararla Suriye'deki ihtilafın uluslararası barış ve güvenlik için tehdit oluşturduğunu açıkça ortaya koymuştur. Bu, önemli bir gelişmedir.

Zaten bunlar olmasaydı o kararın bir anlamı olmazdı.

Bu bağlamda bunun, Orta Doğu’daki tüm kitle imha silahlarının tasfiyesini sağlayacak bir güvenlik mimarisinin oluşturulması yönündeki ilk adımı teşkil etmesini ümit ederim. Şüphesiz ki bu söylediğim ayrı bir bahis, çok geniş ayrı bir konu. Ortadoğu’nun tamamen bu silahlardan arındırılması Ortadoğu’da kalıcı ve gerçek barışı getirecek tek yoldur. O açıdan kimyasal silahların, ki bu aslında büyük problemler düşünüldüğünde çok küçük bir adımdır. Ama yine de çok büyük düşünceleri geniş bir vizyonun ilk adımı da olabilir. Cesaret verici de olabilir. Bu bağlamda ayrıca söylemek istiyorum. Dediğim gibi çok uzun ayrı bir konu bu.

Yine bu bağlamda, ABD ve İran liderlerinin başlattıkları doğrudan yapıcı temasları önemli buluyor, destekliyoruz ve başta Suriye olmak üzere bölgedeki diğer problemlerin çözümüne de bu yakınlaşmanın -iyi niyetli ve netice verir şekilde gelişirse- çok katkısı olacağına samimi olarak inanıyorum.

Öte yandan, Suriye konusu, maalesef kimyasal silahların tasfiyesine indirgenemeyecek kadar büyük bir bölgesel ve uluslararası mesele niteliğindedir.

Suriye’deki bu büyük insanlık dramının, bölgesel istikrar ve güvenliğe tehdit teşkil eden iç savaşın, artık bir an önce sona erdirilmesi gerekmektedir.

Ancak, son dönemde, Suriye’de, bu ülkedeki iç çatışma ikliminin tabii bir sonucu olan radikal ve aşırı unsurların varlığının, özellikle ABD ve Batı kamuoyunda, bazı tereddütlerin de doğmasına yol açtığını görüyorum. Bu noktada şu görüşümü de sizinle paylaşmak istiyorum. Çok başından beri, bu olaylar başladığında görüştüğüm karşılaştığım beni ziyaret eden bütün müttefiklerimize söylediğim şey şu olmuştur. Bu süreç uzun sürerse, bu sürecin orataya çıkaracağı kaçınılmaz netice bir radikalleşme olacaktır. Karıncayı ezmeyen insanlar o ortamda o iklim içerisinde akıllarından geçmeyecek işleri yapar hale geleceklerdir. Ve maalesef bugün iki buçuk sene geçmiştir ve bu ortam içerisinde böyle bir yapı oluşmaktadır. Bu bakımdan bugün durup da bu ortamı sadece tenkit ederek bahaneler çıkartmanın çok ahlaki olmadığı kanaatindeyim. Çünkü buna birazcık fırsat veren bu sürecin bu kadar uzamasına yol açan uluslararası camia olmuştur. İki sene önce gayet mütedeyyin, vatansever, kendi inançlarında olan düzgün insanlar hayatın içinde olan insanlar böyle bir ortam ve mücadele içerisinde büyük bir çoğunluğu belki bu noktaya gelmiştir. O bakımdan bunun altını özellikle çizmek istiyorum, yapılması gerekenlerin çok daha kararlı bir şekilde yapılması gerekir. Eğer süre uzarsa, bu süre içerisinde hiç kimsenin rüyasında görmeyeceği gelişmeleri orada görmek mümkün olacaktır.

Suriye meselesi, maalesef, giderek radikal/aşırı unsurların mı, yoksa Baas tarzı bir rejimin mi kontrolündeki Suriye ikilemi arasına sıkıştırılmaktadır. Bu yaklaşım, Suriye’deki çözümsüzlüğün daha da uzamasına neden olacak niteliktedir. Onun için biraz önceki görüşlerimi paylaşmak ihtiyacını hissettim.

Suriye krizinden çıkışın yolu, BM Genel Kurulu konuşmamda da belirttiğim gibi, başından beri eksik olan kapsamlı diplomatik ve siyasi çözümdür. Başından beri kapsamlı bir stratejinin olmadığını görüyoruz. Noksanlık buydu doğrusu.

Bir yaptırım mekanizması olmayan ve somut takvim ve modaliteye bağlanmış bir geçiş sürecini kapsamayan Birinci Cenevre Mutabakatı, taktik mülâhazalarla yapıldığı için başarısız olmuştur.

Bununla birlikte, son Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararında da güçlü şekilde ifadesini bulan siyasi çözüm perspektifi ve bu bağlamda, İkinci Cenevre Konferansı’na ilişkin hazırlıklar, şüphesiz olumlu gelişmelerdir. Bu süreci hepimizin desteklemesi gerekmektedir. Ancak bu süreçte, Cenevre-I’de yapılan hatalar tekrarlanmamalı ve diplomatik muğlaklığa yer bırakılmamalıdır. Eğer yine diplomatik bir muğlaklık söz konusu olursa herkes istediği yere çekecektir. Ve neticede demin söylediğim tehlike ortaya çıkacaktır. Süreç giderek uzayacak ve ne olacağı belli olmayacaktır.

Zira, çözümün temel parametreleri bellidir. Türkiye de dahil, birçok uluslararası aktör, bu kadar kan aktıktan, milyonlarca insan mülteci durumuna düştükten ve şehirler yıkıldıktan sonra, Suriye’de yeni bir yönetimin olması gerektiği konusunda mutabıktır.

Bunun yöntemi, Suriye rejimini üzerinde mutabık kalınacak geçiş sürecine ilişkin hükümlere riayet etmeye zorlayacak yaptırım mekanizmalarına sahip bir çözümün ortaya konulmasıdır.

Böylelikle, iç savaşı sona erdirecek, Suriye halkının güvenliğini temin edecek ve ülkenin geleceğine Suriye halkının bütün kesimlerini dahil edecek bir çözüm perspektifi ortaya çıkaracaktır. Burada kritik olan, uluslararası camianın, Suriye halkının tamamının özgür iradesinin tecelli edeceği bir siyasi ortamı tesis etmesidir. Yoksa göstermelik bir seçimin yapılması değil. Gerçek anlamda Suriye halkının tamamının iradesi nedir bunu ortaya çıkartabilecek ortamı sağlayabilmek en kritik meseledir. Bununla ilgili muhakkak ki çok ciddi prensiplerin, ilkelerin gerektiğinde gücün ortaya konması şarttır.

Ben böyle bir çıkış stratejisinin, ancak Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi ve Suriye’nin komşularının samimi bir şekilde birlikte çalışmasıyla mümkün olacağına inanıyorum. Çünkü bu savaş artık değişik bir vekalet savaşı proxy savaşı haline dönüştüğü ortadadır. Bunlar P5’in içinde değil diye bunları sokmazsanız yok görürseniz bu savaş bir şekilde yine devam eder. Vaktiyle Irak’la ilgili olarak komşu ülkeler sürecinin başlamasına öncülük eden biri olarak, bu tür bir yapılanmanın Suriye için geç kalmış, ancak en makul yol olduğu kanaatindeyim.

Kıymetli Misafirler,

Hanımefendiler, Beyefendiler,

Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da, hepimizin geleceğini etkileyecek bu gelişmeler karşısında bazı soruları ve muhtemel cevaplarını da sürekli düşünmek zorundayız.

Bu süreç sonucunda, 21. Yüzyılda, bu bölgede istikrar, barış ve refahın hüküm sürdüğü bir “Rönesans devri” mi?; Yoksa, bir kısım bölgesel rekabet hesapları uğruna, hangi mezhep veya etnik gruba mensup olursa olsun milyonlarca insanın yeni ıstıraplara maruz kalacağı bir “bölgesel fetret devri” mi başlayacaktır?

Bölgede, etnik, dini veya mezhebi aidiyeti ne olursa olsun, herkesin kendini ve geleceğini güvende hissedeceği bir dönemi başlatmak için ne yapılması gerekir?

Bu sorulara verilecek cevaplar ve izlenecek hareket tarzı, Tunus’ta başlayan ama sonuçları itibariyle bu bölgeyi ve küresel istikrarı etkileyecek bu büyük dönüşüm sürecinin akıbetinin de belirleyicisi olacaktır.

Bu bağlamda, önümüzde iki senaryonun olduğuna inanıyorum:

Birincisi, her büyük dönüşüm sürecinde olduğu gibi, çeşitli iç ve dış faktörlerin devreye girdiği; jeopolitik çıkar algılarının ve güç dengesi siyasetinin izlendiği senaryolardur.

Dahası, jeopolitik çıkara dayalı çatışmacı anlayışın, bir diğerini öteki ve hasım gören etnik ve mezhep temelli kimlik siyasetiyle birleştirilmesidir ki; bu daha önce de ifade ettiğim gibi, İslam dünyasının Avrupa’dakine benzer bir Orta Çağ karanlığına taşınması demektir. Şu anda maalesef böyle bir dönemin başındayız.

Herhangi bir ülkenin, mezhebin veya toplumun böyle bir dönemden kazançlı çıkması ise imkan ve ihtimal dahilinde değildir. Neticede sadece kendi kendisini tüketir herkes. Bugün Suriye’de olan nedir, bir ülke halkıyla, bütün potansiyeliyle kendi kendini tüketmektedir. Ne olursa olsun mezhebi, dini, etnik yapısı. Diğer bir ifadeyle, “Medeniyetler Çatışması”ndan daha vahim bir “Medeniyet-içi Çatışma”ya yol açacak bu senaryo, herkesin kaybedeceği bir felaket senaryosudur.

İkinci senaryo ise, mevcut tehlikenin boyutlarını idrak ederek, dar jeopolitik çıkarlara dayanan, etnik ve mezhepçi kimlik siyasetini reddetmektir.

Avrupa’nın bu tarz siyasetin ürünü olan savaş ve çatışmalardan çıkardığı derslerle hayata geçirdiği başarılı ekonomik entegrasyon ve güvenlik mimarileri hepimizin malumudur.

Ortadoğu’da yaşayan halklar da, ortak değerler ve ortak çıkarlar etrafında buluşmak suretiyle,  kendi bölgelerini, bir barış, istikrar ve refah havzasına çevirebilirler.

Bölgedeki siyasi liderlere, dini liderlere, kanaat önderlerine düşen temel sorumluluk, akıl ve basiretle hareket ederek her şeyden önce ülkelerindeki değişim sürecini yönetmek ve öncülük etmektir.

Kendi iç barışını tahkim etmiş her ülke, emin olun bölgesel barışın da en güçlü savunucusu olacaktır.

Böyle liderler hak, adalet, sağduyu ve evrensel değerleri temel alan bir anlayışla hareket etmek suretiyle, ikinci senaryoyu hâkim kılmak için çaba gösterirler.

Bugüne kadar Ortadoğu’da pek çok ülke ve bu bölgeyle alakalı olan pek çok büyük güç, Ortadoğu’da savaşa, kriz yönetimine muazzam enerji ve kaynak harcadılar. Bütün bu pahalı ve insani maliyeti yüksek maceralardan alınan sonuç ortadır.

Artık bölgede barışı planlamanın ve barışa yatırım yapmanın zamanı çoktan geldi ve geçmiştir. Unutmayalım ki, en kalıcı barış projeleri, savaşların, çatışmaların ve krizlerin en zirve noktalarında planlanmışlardır.

Emin olun samimi bir şekilde barışın planlanması ve finanse edilmesi, kriz yönetiminden de, savaştan da çok daha az enerji ve kaynak gerektirecektir. Yeter ki anlayış bu noktada olsun.

Barış, demokrasi ve kalkınmanın kol kola ilerlediği ise hepimizin malumudur.

Bölgede gerçek istikrar ve barışın teminatı, ancak böyle bir anlayışın hâkim olacağı bir düzenin kurulmasıyla mümkün olabilecektir. Şüphesiz ki burada çok değerli ve tecrübeli diplomatlar, yazarlar, bilim adamları var. Sizler bütün bu çalışma esnasında çok daha ilginç fikirlerle ortaya çıkacaksınız ve siyasetçilere, bizlere devlet adamlarına çeşitli fikirler vereceksiniz. Umarım bunların hepsi çok faydalı olur. Neticede yaptığınız çalışmaları hepsini doğrusu takip edeceğim. İnanıyorum ki hepsi de çok değerli olacaktır. Tekrar toplantıya başarılar diliyorum. Her iki, bu anlamda tüm kuruluşa bu toplantıyı organize ettikleri için ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Sağ olun.

Soru - İsrail ve Türkiye arasındaki ilişkilerde bir gelişme görüyor musunuz? İki ülke arasındaki yakınlaşmayı sağlamak için ne yapmalı?

Cumhurbaşkanı Gül- Bu konuda yavaş da olsa bir gelişme var. Bununla ilgili Türkiye’nin temel beklentileri vardır, bu beklentilerden bazıları hemen karşılanacak gibi olandı, yani işte özür dileme biliyorsunuz; Bunu İsrail hükümeti yaptı. Diğerleri de heyetler arasında görüşmelerle mesafe alınıyor. Biraz sessiz gidiyor ama heyetler bir araya geliyorlar konuşuyorlar ve umarım ki bir neticeye ulaşılacaktır.

Soru- Ben Suriyeliyim. Türk hükümetine hiçbir zaman unutulmayacak duruşundan dolayı teşekkür etmek isterim. Sorum; sizin de bahsettiğiniz Suriye’de yeniden oluşturulan uzlaşmanın olası uluslararası, bölgesel rolü hakkında olacak. Uzlaşma sürecinin daha da güçlenmesi için uluslararası toplum ve bölgesel bağlamda daha fazla katılım olması gerektiğini belirtmiştiniz. Bu konudaki fikirlerinizi alabilir miyim?

Cumhurbaşkanı Gül- Aslında konuşmamda biraz değindim. Bu savaş çok dar kapsamlı bir savaş değil şu anda biliyorsunuz. Bu savaşın guruplarını destekleyenler, taraflarını destekleyenlere baktığımızda biraz önce söylediğim gibi bunu bir  proxy  savaşı haline dönüştüğü kaçınılmaz. Ayrıca soğuk savaş mantalitesinin de devrede olduğu hep görüyoruz.

Bu çerçeve içerisinde ilgili ülkelere baktığımızda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi daimi üyesi olan ülkeler de var,  direkt bu işin içinde olan yani var direkt bu işi takip eden bölgede çok yakın yine güçlü yapıları bölge olan ülkeler var. Şimdi böyle olunca önce Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin kesinlikle bir neticeye, bir mutabakata varması gerekir. Bu şimdiye kadar gerçekleşmedi bunun çeşitli sebepleri olabilir Rusya’nın ne için burada direndiğini bana sorarsanız bir buçuk sene önce Rusya ve İran’ın bu işin içinde olması gerektiğini söyledim özellikle Libya’da ki ilk müdahaleden sonra bazı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyelerinin Rusya’yı tamamen, Rusya evet dedikten sonra tamamen saf dışı bırakmış olmalarının herhalde Rusya’nın unutmasını beklemek mümkün değildi. Doğru- yanlış bunlar ayrı, ben reel bir bakış açısını ortaya koymak istiyorum ki adımların ona göre atılması gerekir. Dolayısıyla bu süreç içerisinde Rusya’nın takındığı tavır benim için hiç sürpriz olmadı. Şimdi gelinen noktada nihayet de kimyasal silahlarla ilgili bu son anlaşmada Suriye’de olup bitenlerin uluslararası güvenlik için tehdit olarak sınıflandırılması çok önemli çünkü 7. Madde ancak böyle işler.

Bundan sonra herhangi bir şekilde çok daha büyük bir insanlık dramı, devam eden savaşı daha da büyütecek bir olay olduğunda veyahut ta herhangi bir şekilde kimyasallarla ilgili dürüst adım atılmadığında yeni bir Güvenlik Konseyi kararına gerek olmadan hareket edilebileceğini tahmin ediyorum. Şimdi bu kapı açılmış oldu. O açıdan bu önemli bir şey. Birinci Cenevre’de tamamen taktikti ve tamamen vakit kaybedildi.  Şimdi İkinci Cenevre’nin kesinlikle öyle olmaması gerekir. Onun için hemen acele yapılması çok önemli değil. İyi, hazırlıklı gidilmesi çok önemli oraya. İyi hazırlığın yapılması ve perde arkası çalışmaları mutabakatların en iyi şekilde sağlanması gerekir. Yoksa hazırlıksız bir şekilde gidip de masanın etrafında hadi orada münakaşa başlarsa, onların nasıl bittiğini hepimiz biliriz, içinde olduğumuz süreçlerdir bunlar. Onun için onun iyi sağlanması gerekir. Ama uluslararası BM Güvenlik Konseyi’nin mutabakatı da yetmez. Bölge ülkelerinin hepsinin kendi algılamaları var. Tehdit algılamaları var.  Bunları da göz ardı ederseniz derseniz yine olmaz bu iş. Yani istikrarsızlık yine sürer. O bakımdan böyle bir katılımla benim önerim buydu. Geçen hafta New York’ta da birçok platformda bunu söyledim. Bir taraftan Güvelik Konseyi’nin beş ülkesi diğer tarafta da bu işin dolaylı olarak içinde olan ülkelerin de bir araya geleceği çok sıkı bir çalışma ile ancak diplomatik sonuç ancak böyle bulunur. Siyasi ve diplomatik sonucun, neticenin yolunun bu olduğunu söylüyorum. Diplomatik ve siyasi yol olmazsa o zaman geriye her şey kalıyor.

Yazdır Paylaş Yukarı