Başbakan Yardımcısı Sayın Atalay,
FIDH Başkanı Sayın Belhassan,
Kıymetli Misafirler,
Değerli Katılımcılar,
Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu’nun (FIDH) 38’inci Kongresi’nin kapanış oturumunda sizlerle beraber olmaktan büyük memnuniyet duyuyorum.
İnsan hakları alanında dünyanın her bölgesinden 164 sivil toplum kuruluşunu bünyesinde barındıran FIDH’in 38’inci kongresinin ülkemizde yapılmasını tarihi bir gelişme olarak görüyorum.
İnsan hakları alanında, sadece kendi toplumları için değil, nihai tahlilde tüm insanlığın haysiyeti için cesurca mücadele veren ve bugün aramızda bulunan değerli şahsiyetleri muhabbetle selamlıyorum.
Türkiye olarak, uzun yıllar insan hakları örgütlerinin eleştirilerine maruz kaldığımızı bilen bir kişiyim.
En gelişmiş demokratik ülkelerde de eleştirilecek hususlar olduğu gibi, bizim de bu konuda noksanlıklarımız vardır.
Ancak, FIDH’in Kongresi’ni Türkiye’de düzenlemesini ve bu toplantıya Cumhurbaşkanı olarak gelip hitap etmemi sağlayan unsur; ülkemizde son 10 yılda insan hakları alanında yaşanan büyük zihniyet değişikliğidir.
Bugün, sizin büyük fedakarlıklarla yürüttüğünüz çalışmaları ve yaptığınız eleştirileri, yapıcı bir şekilde algılayan, bir toplum, hükümet ve devlet var karşınızda. Bu nedenle, bugünkü toplantıyı tarihi önemde buluyorum. Çeşitli oturumlarda şimdiye yaptığınız çalışma ve tartışmaların, insan hakları konusuna önümüzdeki 3 yıl boyunca küresel düzeyde istikamet vereceğine inanıyorum.
Ayrıca, bu Kongre’nin temasını büyük ölçüde Türkiye’nin etrafında cereyan eden “Siyasal Dönüşümler ve İnsan Hakları” olarak seçmenizi çok isabetli buluyorum.
Türkiye, kendi değerleriyle gurur duyan, aynı zamanda demokrasi, insan hakları ve çoğulculuk gibi evrensel değerleri benimseyen ve hayata geçiren bir Müslüman ülkedir.
Dolayısıyla, bu konuları tartışmak için son derece uygun bir yer teşkil etmektedir.
Kıymetli Misafirler,
Değerli Katılımcılar,
Temel insan hak ve özgürlükleri, sadece insan olmaktan ötürü doğuştan kazandığımız, vazgeçilemez ve devredilemez haklarımızdır.
Bu nedenle, söz konusu evrensel hakların tanınması ve güvence altına alınması; toplumların, devletlerin bahşettiği bir husus değil; tam aksine onların temel sorumluluğu ve yükümlülüğü olmalıdır.
Bizim inancımıza göre, insan sadece bu dünyanın değil, tüm evrenin “temel öznesi”dir. Bu nedenle, “eşref-ül mahlukat”tır. Diğer bir deyişle, “yaratılmışların en şereflisi”dir.
Bu itibarla, hiçbir ırk, din, dil, renk ayrımı göstermeden insanların hak, hukuk ve haysiyetine saygı göstermek inancımızın bir icabıdır.
İnanç ve kimliklere saygı ile hoşgörü halkımızın en necip hasletlerinden biridir. Yunus Emre ve Mevlana gibi büyük hümanistlerin, bu topraklardan tüm insanlığa mesaj vermesi tesadüfi değildir.
Öte yandan, tarihteki güçlü İslam devlet ve toplumlarında adalet, hukukun üstünlüğü ve istişare gibi kavramlar güçlü bir şekilde kök salmıştır. Bu nedenle, “adalet mülkün temelidir” gibi sözler bugün hala kullanılmaktadır.
İslam toplumları, başka terminolojilerle ifade edilse de; insan hakları, adalet, şeffaflık ve hesap verilebilirlik gibi bugün evrensel olarak kabul ettiğimiz prensiplerin oluşmasına büyük katkılarda bulunmuşlardır.
Bununla birlikte, İslam toplumlarında yaşanan siyasi ve toplumsal çürüme ile ekonomik gerileme nedeniyle, maalesef bu köklü gelenekte zaman içinde büyük aşınmalar meydana gelmiştir.
İslam ülkelerinin pek çoğunun maruz kaldığı sömürgecilik ile bilahare Soğuk Savaş’ın ideolojik baskılarının ortaya çıkardığı toplumsal psikoloji ve reelpolitik; bu toplumların bahsettiğim kendi değerlerine yabancılaşmasına sebep olmuştur.
Bu tarihi çizgi etrafında değerlendirildiğinde, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yaşanan halk hareketlerini; bölge halklarının adalet, hukukun üstünlüğü gibi tarihte oluşmasına katkıda bulundukları evrensel değerlerle yeniden buluşması olarak görüyorum.
Değerli Katılımcılar,
Hanımefendiler, Beyefendiler,
Türkiye olarak güçlü bir devlet geleneğine ve nispeten uzun sayılabilecek demokratik deneyimlerimize rağmen, insan hakları ve temel özgürlükler bakımından önceki yıllarda pek çok eksikliklerimiz vardı.
1991-2001 yılları arasında Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nin Türk üyelerinden biri olarak Türkiye’nin o dönemde nasıl tenkit edildiğini bilirim.
Siyasete ilk girdiğim o dönemde kesin kanaat getirdim ki; insan hakları, bir ülkenin, milletin “onur meselesi”dir.
Vicdan sahibi hiçbir siyasetçi ve devlet adamı, ülkesinde yaygın insan hakları ihlalleri yaşanırken, gerek yurtiçinde, gerek yurtdışında başı dik gezemez.
Bu tecrübeler ve kanaatim ışığında kuruluşuna öncülük ettiğim siyasi hareketi oluştururken; insan hakları, demokrasi ve diğer evrensel haklar bakımından en çağdaş ve en yüksek standartları kendimize düstur ve hedef edindik.
2002 yılında seçimleri kazanıp Başbakan olduğumda hazırladığımız hükümet programı; Türkiye’yi köklü demokratik reformlarla, bahsettiğim standartlara ulaştırmak için kararlı ve etkili adımları içeriyordu.
Memnuniyetle ifade edebilirim ki, söz konusu temel vizyon çerçevesinde son 10 yılda Türkiye, demokratik standartların yükseltilmesi konusunda çok büyük mesafe katetmiştir.
Bu süreçte pek çok tabuyu arkamızda bıraktık.
Gerek siyasi ve medeni haklar, gerekse ekonomik ve sosyal haklar konusunda halkımızın özgürlük alanı genişlettik.
Kısaca, evimizin içini düzene soktuk.
Ekonomik reformların sağladığı refah primi de, tüm bu demokratik açılımlarımızın pekişmesine yolaçtı.
Batı’da da, Doğu’da da dikkat çeken bu reformlar; bir yandan, Avrupa Birliğiyle katılım müzakerelerinin önünü açarken; diğer yandan, Türkiye’yi pek çok İslam ülkesi gözünde bir “ilham kaynağı” haline getirmiştir.
O dönemde yaptıklarımızın verdiği özgüvenle, 2003 yılı gibi erken tarihte Tahran’da düzenlenen İslam Konferansı Örgütü Dışişleri Bakanları Toplantısı’nda yaptığım konuşmada, bölgedeki değişim ihtiyacına dikkat çekmiştim:
İslam dünyası olarak ülkelerimizdeki mevcut siyasi yapıların, zamanın ihtiyaçlarına ve halkımızın meşru beklentilerine cevap vermediğini belirtmiştim.
Bu nedenle, retorik ve sloganları bir kenera bırakarak, evimizin içini düzene koyarak işe başlamamız gerektiğini söylemiştim.
Bilhassa, iyi yönetişim, şeffaflık ve hesap verebilirliğin hakim olması; temel hak ve özgürlükler ile cinsiyet eşitliğine saygı gösterilmesi gerektiğine işaret etmiştim.
Dahası, cehaleti, yolsuzluğu, beşeri ve maddi kaynak israfını ortadan kaldıracak politikalar üretmemiz gerektiğine değinmiştim.
Ayrıca, halklarımızın geleceklerine sahip çıkması için siyasi katılıma izin verilmesi ve katılımın genişletilmesinin altını çizmiştim.
Nihayet, bu reformları gerçekleştiremediğimiz takdirde, bir gün halkların tepkisiyle veya dış müdahalelerle karşılaşmamızın kaçınılmaz olacağı uyarısında bulunmuştum.
Bu çağrı ve uyarılarımı o günden sonra, gerek Batı’daki gerek Doğu’daki pek çok platformda tekrarladım.
Maalesef, bazı ülkelerde atılan sınırlı adımlara rağmen, bölgede demokrasinin önünü açacak gerçek bir reform süreci vuku bulmamıştır.
Uluslararası toplumun nüfuzlu üyeleri de, dar çıkar hesapları ve demokrasinin getireceği yeni iktidarların korkusuyla, statükoyu, değişime tercih etmişlerdir.
Neticede, bölgede biriken siyasi, ekonomik ve sosyal dinamikler; ansızın halkın korku duvarlarını yıkmasına yol açmış; tarihi bir hak, özgürlük ve onur mücadelesi başlamıştır.
Esasen tarihin doğal akışı düşünüldüğünde, bu gelişme bölgede geç kalmış, ancak çok kuvvetli ve geri döndürülemeyecek bir süreçtir.
Bölgede şu anda meydana gelen bu değişim dinamikleri, Avrupa’daki 1848 devrimlerini çağrıştırmaktadır. Bu itibarla, dönüşümün iniş-çıkışlarla uzun bir sürede olgunlaşmasını tabii karşılamak ve sabırlı olmak lazımdır.
Tunus, Mısır ve Libya’da devam eden dönüşüm, yaşanan ve yaşanacak tüm sıkıntılara rağmen tarihi niteliktedir.
Demokrasinin uzun ve meşakkatli bir yol olduğu, en fazla siz insan hakları savunucularının malumudur.
Bu nedenle, dönüşüm sürecindeki halklara ve hükümetlere hep birlikte yapıcı katkılarda bulunmalı; sabırla, kararlılıkla bu dönüşümün barış, demokrasi ve refaha tahvil edilmesine çaba göstermeliyiz.
Değerli Katılımcılar,
Arap Uyanışı’yla bölgede umut verici gelişmeler kaydedilirken, maalesef Suriye’de büyük bir trajedi yaşanmaktadır.
Diğer Arap halkları gibi daha özgür, demokratik ve haysiyetli bir düzen isteyen Suriye halkının üzerine, ağır silahlarla ve balistik füzelerle saldıran bir rejimle karşı karşıyayız.
Tüm dünyanın gözleri önünde, Akdeniz’in kıyısında bulunan bir ülke, Suriye, adeta kendi kendini tüketmektedir.
İnsanlık kültür ve medeniyet mirasının en nadide eserleri, hatta şehirleri gözlerimizin önünde yok edilmektedir.
Şüphesiz, bu iç savaşın en büyük maliyeti, sayıları yüz bine yaklaşan insan kaybıdır.
Yaklaşık 400 bini Türkiye’de olmak üzere milyonu aşkın Suriyeli komşu ülkelere kaçmak durumunda kalmıştır. Ayrıca, evlerini terkeden 4 milyon Suriyeli de ülke içinde mülteci durumuna düşmüştür.
Bu ve pek çok diğer gerekçelerle, Suriye’deki durum herhangi bir siyasi veya bölgesel mesele değil; tüm uluslararası camiayı ilgilendiren vahim bir insan hakları meselesidir.
Burada akan kanın durdurulması; Suriye halkının da korkudan uzak, özgür ve onurlu bir demokratik sistemle yönetilmesi; hepimizin kollektif mesuliyeti olmalıdır.
Diğer bir deyişle, tüm uluslararası camia için bir vicdan ve insanlık haysiyeti meselesi olarak telakki edilmelidir.
Hangi çağda yaşadığımız unutulmamalıdır!
İnsanlığın 20. Yüzyılda yaşanan büyük acılar neticesinde geliştirdiği, tüm insan hakları normlarının yerle bir edildiği bir dramla karşı karşıyayız!
Bu yüzyılda hala Soğuk Savaş mantalitesiyle, “proxy” ve “yıpratma” savaşlarının acımasızca yürütüldüğüne tanık oluyoruz Suriye’de!
Daha da vahimi, bu iç savaş tüm bölgeye sirayet edebilecek mezhep temelli çatışmaları tetikleyebilecek bir hale gelmektedir.
Bu kürsüden, tüm İslam ülkelerine ve toplumlarına sesleniyorum: Mezhep çekişmeleriyle, kendi potansiyelimizi, enerjimizi, maddi ve beşeri kaynaklarımızı heba etmeye kimsenin hakkı yoktur.
Sonuç olarak, mevcut aşamada yapılması gereken, ülkedeki çatışma ortamının süratle sonlandırılması ve tüm Suriye halkını kucaklayacak siyasi geçiş sürecinin önünün ivedilikle açılmasıdır.
Kıymetli Misafirler,
Yaşanmakta olan bunca acılara rağmen, Arap Uyanışı, daha özgür, barışçıl ve müreffeh bir dünyaya ulaşma umudumuzu arttırmıştır.
Ne var ki, barışın olmadığı bir coğrafyada, demokrasinin kök salması da beklenemez!
Bu nedenle, 65 yıldır hepimizin vicdanını yaralayan Filistin meselesi başta olmak üzere, Arap-İsrail ihtilafının tüm kanallarında kalıcı ve adil bir barışın sağlanması elzemdir.
Bu noktada en büyük sorumluluk, işgal, abluka ve yeni yerleşimlerle Filistin halkının en temel haklarını ihlal eden İsrail’e düşmektedir.
Artık bölgede büyük bir demografi, demokrasiyle buluşmaktadır.
Halkına hesap vermek durumunda olan demokratik yönetimler; dış politikalarını da halkın hissiyatına göre tanzim etmek zorundadırlar.
İsrail bahsettiğim yeni siyasi iklimin yarattığı öfke denizi içinde, kendisinin adeta bir Apartheid adası haline dönüşmesine fırsat vermemelidir.
Böyle bir sürecin nihai tahlilde, sadece bölgeyi istikrarsızlaştırmakla kalmayıp, İsrail’in güvenliğine de zarar verdiği ortadadır.
Kıymetli Misafirler,
Ortadoğu’daki bu tarihi dönüşümün; barış, istikrar, demokrasi ve refaha tahvil edilmesi; uluslararası camianın bugünden atacağı adımlara bağlı olacaktır.
Uluslararası camianın etkili mensupları, Irak ve Afganistan gibi krizlerin kendi beklentileri doğrultusunda çözümü için trilyonlarca Dolar maddi kaynağı ve pek çok insan hayatını feda edebilmiştir. Tüm bunlara rağmen alınan sonuçlar ortadadır!
Oysa, barışa, demokrasiye ve yoksullukla mücadeleye yapılacak yatırımlar, tüm insanlık için çok daha faydalı ve etkili sonuçları meydana getirecektir.
Ortadoğu ve Akdeniz havzasında tarihi bir dönüşüm yaşanırken, bu bölgede barış, demokrasi ve kalkınmaya yatırım yapmamak; bu sürece bigâne kalmak; doğrusu tüm uluslararası camia adına büyük bir vizyon eksikliği olarak tarihe geçecektir.
Öte yandan, bu tarihi dönüşümü kolaylaştırmak ve kalıcı kılmak için tüm bölgeyi kapsayan bir güvenlik mimarisine ve ekonomik işbirliği mekanizmasına ihtiyaç olduğu aşikardır.
Unutmayalım ki, Marshall Planı, Avrupa Kömür Çelik Birliği, Avrupa Konseyi gibi pek çok düzenleme; İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından vizyoner liderler tarafından Avrupa’da barış, demokrasi ve refahı tahkim etmek için başlatılmıştı.
Yine Helsinki Süreci, Soğuk Savaş rüzgarlarının en sert estiği bir dönemde ihdas edilmişti.
Bu nedenle, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da, ilk aşamada gönüllülük esasına dayanacak Avrupa Konseyi benzeri bir “bölgesel insan hakları mekanizması” kurulması fikrini bir süredir dile getiriyorum.
Bu çerçevede, ülkemizin de kurucu üyesi olduğu ve dünyadaki en başarılı insan hakları rejimi olan Avrupa Konseyi’nin deneyimlerinin, bölge ülkeleriyle paylaşılmasının yararlı olacağı kanaatindeyim.
Kıymetli Misafirler,
Değerli Katılımcılar,
Bugün Batı dünyasında farklılıkları çatışma sebebi olarak gören aşırı görüşlerin halen zemin kazanabildiğine maalesef tanık oluyoruz.
Irkçılık, İslam-karşıtlığı ve yabancı düşmanlığı, Avrupa’yı etkisine alan ekonomik krizin de etkisiyle Batı toplumlarında artmaktadır.
Irkçılık ve ayrımcılık demokrasinin düşmanıdır.-
Bu tehdidi, yine “demokrasinin kendini koruma” reflekslerini harekete geçirerek ortadan kaldırabiliriz. Siz değerli insan hakları aktivistlerinin, geçmişte medeni dünyanın kara lekesi olan bu hastalıkların yeniden nüksetmemesi ve yeni nefret suçlarının işlenmemesi için çabalarınızı esirgemeyeceğinizden eminim.
Değerli Katılımcılar,
“Demokrasi statik bir mükemmeliyet rejimi” değildir. Dinamik toplum hayatının artan taleplerine cevap verebilmek için her zaman iyileştirmeye ve reforma ihtiyaç duyar.
Son 10 yıl içinde ülkemizde yapılan devrim niteliğindeki pek çok reforma rağmen, hala demokrasi ve özgürlükler alanında yapmamız gerekenler vardır.
Yeri geldiğinde ben de, basın ve ifade özgürlüğü ile uzun tutukluluk süreleri hakkında eleştiri ve temennilerimi kamuoyuyla paylaşıyorum.
Uygulamadaki bazı sıkıntı ve yasalarımızdaki noksanlıklara rağmen, Türkiye’nin demokratik inkişafı yönünde geçmişle kıyaslanamayacak kadar dev adımların atıldığını teslim etmek lazımdır.
Bu, hem hakkaniyet bakımından önemlidir; hem de daha ileri reformların cesaretlendirilmesi açısından gereklidir.
Esasen Hükümetimiz de reform sürecine kararlılıkla devam etmektedir.
Malumunuz olduğu üzere, Türkiye, Kürt meselesini çözmek, şiddet ve terörü sona erdirmek için bugünlerde cesur adımlar atmaktadır.
Geçmişte bize büyük acılar yaşatan bu meseleyi çözmek için yürütülen çabaları samimiyetle desteklemek ve yapılanları takdirle karşılamak gerekir.
İnancım odur ki, sağduyu ve kararlılıkla yürütülen çalışmalar neticesinde Türkiye bu meseleyi de çözmeyi başaracaktır.
Değerli Katılımcılar,
Sizler en vahim insan hakları ihlallerinin bulunduğu bölgelerde cesurca sesini yükselten kişilersiniz.
Çabalarınızın insan hak ve onurunu tüm insanlık namına korumak ve yüceltmek doğrultusunda olduğunu biliyorum.
Bu gayretlerinizi takdirle karşılıyorum.
Faaliyet ve girişimlerinizde yol gösterici olmanızın ve yapıcı bir üslupla davranmanızın, olumlu neticelerin alınmasına daha çok katkıda bulunacağına inanıyorum.
Sözlerime son verirken, korkudan, baskıdan ve yoksulluktan uzak; daha özgür, daha barışçıl, daha adil ve daha müreffeh bir dünyada yaşamak dileğiyle, hepinizi içtenlikle selamlıyorum.
Teşekkür ederim.