Sayın Genelkurmay Başkanı,
Silahlı Kuvvetlerimizin Kıymetli Komutanları,
Değerli Kurmay Subaylar,
Milletleri aziz, devletleri ise güçlü kılan, şüphesiz onların köklü kurum ve gelenekleridir. 23 asırlık mazisi olan Silahlı Kuvvetlerimiz de milletimizin gözbebeği kurumlarımızdan biridir.
Bu anlayışla, yaklaşık 2 yıl aradan sonra Silahlı Kuvvetlerimizin değerli kurmay subaylarını yetiştiren Harp Akademilerimizde tekrar sizlere hitap etmekten büyük mutluluk duyuyor, hepinizi muhabbetle selamlıyorum.
Aradan geçen dönem zarfında, dünyada pek çok tarihi gelişmeye şahit olduk. Uluslararası sistemin, siyasi, ekonomik ve askeri bakımdan yeniden şekillenmesine yolaçacak bir sürece tanıklık ediyoruz.
Taşların yerinden oynadığı; kıtalar ve ülkeler arasındaki güç dengelerinin değiştiği; tarihin akışının hızlandığı bir süreçten geçiyoruz. Böyle dönemler ciddi risklerin olduğu kadar, muazzam fırsatların da doğduğu dönemlerdir.
Bu itibarla, bu seneki konferansta öncelikle küresel stratejik dengelerde meydana gelen büyük dönüşüm ve kaymalara değinmek istiyorum. Bu çerçevede, Arap Baharı ile küresel güç dengesinin Asya-Pasifik’e kaymasının stratejik yansımalarına dair görüşlerimi sizlerle paylaşacağım.
Konuşmamda ikinci olarak yeni küresel stratejik iklimin güvenlik ve güç kavramlarını nasıl etkilediğine değineceğim.
Son bölümünde ise, Türkiye’nin bu gelişmelerin şekillendireceği yeni küresel dengelerde yerini almak için ne tür politikalar izlemesi gerektiği hakkındaki fikirlerimi anlatacağım. Bu kapsamda, Türkiye’nin savunma stratejisinde gerçekleştirmesini gerekli gördüğüm reformlardan bahsederek, ülkemiz için yeni bir güç konsepti ortaya koyacağım.
Değerli Komutanlar,
Kıymetli Kurmay Subaylar,
Küresel stratejik denklemdeki değişim bakımından son dönemde yaşanan en önemli gelişme, şüphesiz Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da cereyan etmekte olan halk hareketleridir. Bölgede yaşanan bu dönüşümün önümüzdeki onyıllara damgasını vuracağı aşikardır.
Avrupa’daki 1848 ve 1989 devrimlerine eşdeğer olarak gördüğüm Arap Baharı’yla esasen bölgede gecikmiş, ancak çok kuvvetli ve geri döndürülemeyecek bir süreç başlamıştır.
Kapsamı ve muhtemel etkileri dikkate alındığında, modern tarihin üçüncü demokrasi dalgası olarak addedilebilecek tarihi bir dönüşüm yaşanmaktadır.
Bu süreç de, Batı Avrupa ve Amerika’da cereyan eden birinci demokrasi dalgası, 1989’dan sonra Doğu Avrupa ve Latin Amerika’da yaşanan ikinci demokrasi dalgası gibi tarihteki yerini alacaktır.
Ayrıca, başta İslam dünyası olmak üzere, dünyanın çeşitli yerlerinde hak ve adalet özlemi çeken pek çok halk için bir ilham kaynağı olacak, önümüzdeki yıllarda dünyayı dönüştürmeye devam edecektir.
Arap Baharı veya Uyanışı kapsamında, Tunus’ta, Mısır’da, Libya’da ve Yemen’de diktatörleri yerinden eden bölge halkları, Suriye’de de hayatları pahasına özgürlük, adalet ve onur mücadelesi vermeye devam etmektedir. Artık korku duvarları yıkılmıştır.
Bu halk hareketleri, İslam’ın demokrasiyle uyumlu olmadığını iddia eden “siyasi oryantalistleri” de, “biz başka bir kültüre aidiz” kisvesi altında halklarını insan haklarından, demokrasiden ve cinsiyet eşitliğinden mahrum bırakan “kültürel rölativistleri” de hayal kırıklığına uğratmıştır.
Burada sözkonusu halk hareketlerinin nedenlerini ve zamanlamasını uzun uzadıya tartışmak istemiyorum.
Zaten bunun esasen geç kalmış bir süreç olduğunu ifade ettim. Bununla birlikte, küreselleşmenin tüm toplumlar üzerindeki etkisine değinmeden de geçmek istemiyorum.
Küreselleşme gerçekten tarihin akışını hızlandırmıştır. Toplumların siyasi, ekonomik, sosyolojik ve kültürel kimyalarını değiştirmiştir. Hiçbir rejimin halkını demir perdelerin arkasından yönetme lüksü kalmamıştır.
Bu nedenle, Ortadoğu’daki hareketlerin ardında illa bir ideolojik saik ve yabancı parmağı aramak biraz zorlama bir tahlil olacaktır. Esasen bu hareketlerin baskın bir ideolojiden ve belirgin bir dış manipülasyondan uzak olması ümit verici bir durumdur.
Zira bölge halkları, gerek Soğuk Savaş sırasında, gerek sonrasında tüm ideolojik akımların dertlerine çare olmadığını acı tecrübelerle öğrenmiştir.
Neticede, bu başarısızlıklar bölge halklarını umutsuzluğa ve karamsarlığa itmiş, adalet ve onur kavramlarını zedelemiştir.
Nitekim, bölge halkları, sadece yukarıda saydığım evrensel değerler ve haklı talepleri adına değil, aynı zamanda uzun süreden beri bastırılmış olan milli gurur ve saygınlıklarını yeniden elde etmek için de isyan etmişlerdir.
Devrimden sonra Mısır’ı ziyaret eden ilk Devlet Başkanı ben oldum. Yine, geçen ay Tunus’a devrimden sonra Devlet Başkanı seviyesinde yapılan ilk resmi ziyareti gerçekleştirdim.
Her iki ülkede de muazzam bir zihniyet ve siyasi iklim değişimi görmek beni çok etkiledi. Ancak daha da etkileyici olanı, her iki ülke halkının gelecekte başaracaklarına dair taşıdıkları inanç ve arzuydu.
Libya’da ise, bedeli ağır olsa da, özgürlük ve hak mücadelesinden Libya halkı galip çıkmıştır.
Bu vesileyle, Silahlı Kuvvetlerimizi Libya’daki 25 bin vatandaşımızın tahliyesinde ve bilahare yürütülen insani operasyonlarda gösterdiği üstün başarı ve fedakar çalışmalardan dolayı tebrik ederim.
Silahlı Kuvvetlerimizin sivil unsurlarla eşgüdüm içinde gerçekleştirdikleri operasyonlar tüm dünyanın takdirini kazanmıştır.
Ayrıca, Libya’ya yönelik NATO operasyonlarına bir denizaltı, dört firkateyn, bir destek gemisi, bir tanker uçak ve altı F-16 uçağı ile iştirak eden Silahlı Kuvvetlerimizin mükemmel performansından gurur duyduğumu ifade etmek isterim.
Esasen Libya operasyonu, Kore, Somali, Bosna, Kosova, Afganistan ve Lübnan gibi pek çok kriz bölgesinde uluslararası barış ve istikrara katkıda bulunan kahraman Ordumuzun başarılar zincirine bir yenisini eklemiştir.
Silahlı Kuvvetlerimizin bu faaliyetleri artık dış politikamızın temel sütunlarından biri haline gelmiştir.
Kıymetli Kurmay Subaylar,
Orta Doğu, Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya’daki halklarla kadim kardeşlik ve akrabalık ilişkilerimiz mevcuttur.
Türkiye adeta bu bölgelerde yaşayan soydaş ve akraba topluluklar için bir “ortak vatandır”.
İstanbul ve Anadolu bu halkların yüzyıllardır yüzlerini ve kalplerini çevirdikleri coğrafyadır.
Bosna halkı katliama uğrarken, Yukarı Karabağ’daki kardeşlerimiz yurtlarından edilirken, Bulgaristan’daki soydaşlarımız asimilasyon ve pogromlara tabi tutulurken nasıl sırtımızı dönmediysek, bugün de Arap dünyasında olup bitenlere seyirci kalamayız.
Bu bölgelerdeki Türk şehitlikleri ile Çanakkale’deki şehitliklerimizde yatan Filistin’den, Halep’den, Musul’dan, Manastır’dan, Batum’dan gelen şehitler kan kardeşliğimizin en müşahhas sembolüdür.
Geçen yıl Yemen’i ziyaretim sırasında hepimizin hala türkülerde ve ağıtlarda yüreğimizi yakan ve sayılarının 300 bin kadar olduğu tahmin edilen Yemen şehitlerimizin abidesini açtık.
Demek istediğim bizim bölgeye ilgimiz istikrar ve güvenliği kalıcı kılma amacının yanısıra, Mehmetçiklerimizin kanıyla tescil edilmiş bir kardeşlik ve akrabalık müktesebatının bir icabıdır.
Bu nedenle de, nihai tahlilde politikalarımız her zaman halklarımızın kadim kardeşliği ve ortak hissiyatı çerçevesinde şekillenmiştir.
Ecdadımızın çekilmesinin ardından Orta Doğu halkları neredeyse bir asırdır barış ve huzurdan mahrum yaşamaktadırlar.
Türkiye olarak, kardeş halkların uzun süredir mahrum olduğu “barış primi”nden (peace dividend) nihayet yararlanacağı günleri görmek için sabırsızlıkla bekliyoruz.
Bununla birlikte, Ortadoğu’daki değişim rüzgarlarının barış, istikrar ve refaha tahvil edilebilmesi bugünden atacağımız cesaretli adımlara bağlı olacaktır.
Geleceğe dair müspet beklentilerimize rağmen, Türkiye’nin yakın çevresinde gerek bölgesel, gerek küresel güvenlik ve istikrarı ilgilendiren büyük risk ve tehditler de mevcuttur.
Komşumuz Suriye’de akan kan devam etmekte; Irak’ta mezhepsel temelde siyasi istikrarsızlık yaşanmakta; İran’ın nükleer programı çerçevesinde odaklanan gerilimin sıcak bir çatışmaya dönüşme ihtimali bulunmaktadır.
Yakın komşularımızda cereyan eden bu istikrarsızlık ortamı, bölgesel ve küresel güç mücadelelerin provasının yapıldığı yeni bir “Soğuk Savaş sahnesi”ne dönüştürülmek istenmektedir.
Bölgedeki gerilimin sıcak çatışmalara veya iç savaşa sebep olması durumunda, yeni bir belirsizlik ve kaos ortamının doğması yüksek bir ihtimaldir.
Bu şartlar altında, Türkiye’nin gelişmeleri uzaktan izleme lüksü yoktur.
Bir yandan her türlü olumsuz senaryoya karşı hazırlanırken, diğer yandan böylesine bir felaketin önüne geçmek için diplomasinin tüm imkanlarından azami ölçüde yararlanmak mecburiyetindeyiz.
Dolayısıyla, Türkiye için diplomatik aktivizm ve askeri hazırlık bir seçenek değil, zorunluluktur.
Yakın bölgemizde cereyan eden bu tehdit ve risklerin güvenlik stratejilerimiz bakımından yeni yansımaları olması kaçınılmazdır. Bu nedenle, gelişmeleri sınırlarımızın ilerisinde yönlendirebilecek strateji ve yeteneklere sahip olmamız şarttır.
Öte yandan, Arap Baharı’nın kazanımlarını konsolide etmek, bölgedeki barış ve istikrarı kalıcı kılmak için bölgesel işbirliği ve güvenlik mimarilerini şimdiden planlamak ve öncülük etmek durumundayız.
Bölgede, bölgedışı aktörlerin zorlamasıyla kurulan düzenin ne maliyetlere sebep olduğunu hep birlikte görmekteyiz.
Soğuk Savaş’ın ardından Avrupa’da demokratik genişlemenin, güvenlik ve refahın pekiştirilmesinde AGİT, NATO, Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği gibi bölgesel yapılanmaların büyük katkısı olduğu aşikardır.
Maalesef, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da tüm bölgeyi kapsayan etkili bir güvenlik mimarisi ve bölgesel ekonomik entegrasyon mekanizması bulunmamaktadır. Bu süreçlerin önündeki en büyük engellerden biri Arap-İsrail ihtilafıdır.
Bununla birlikte, Kitle İmha Silahlarından Arındırılmış Bölge (WMD Free Zone) oluşturulması da dahil AGİT benzeri bir “bölgesel güvenlik mimarisi”nin Ortadoğu’da kurulması artık bir zaruret haline gelmiştir.
Aynı şekilde, bölgede demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan hakları konularında ilk aşamada gönüllülük esasına bağlı olacak bir “bölgesel insan hakları mekanizması”na da ihtiyaç vardır.
Nihayet, bölge ülkeleri arasında gelir farklılıklarını azaltacak, bölgede refahı yayacak bir “ekonomik entegrasyon ve işbirliği mekanizması”nın kurulması, Ortadoğu’nun huzur ve geleceği bakımından son derece önemlidir.
Öte yandan, Filistin halkının dramı, bölgedeki kargaşa ve çatışmaların temel sebebidir. Bu sorun, dünyanın çeşitli bölgelerinde aşırılık ve radikalizmi besleyen bir kaynaktır.
Değişmediği takdirde bu durum, bölgenin, hatta tüm dünyanın barış ve refah içinde yaşama umutlarını yok etme potansiyeline sahiptir.
Daha önce pek çok vesileyle ifade ettiğim gibi, bölgedeki yeni siyasi iklimi en dikkatli takip ve analiz etmesi gereken ülke İsrail’dir.
Ortadoğu’da büyük bir demografik güç artık demokrasiyle buluşmaktadır. Bölgede demokrasi er ya da geç hakim olacaktır. Tarih, defaatle göstermiştir ki, gerçek, adil ve kalıcı bir barış, iktidar elitleriyle değil, ancak halklar arasında tesis edilebilir.
Demokratik bir yönetim, kendi halkı tarafından adaletsiz, haysiyetsiz ve aşağılayıcı olarak algılanan hiçbir dış politikayı uygulayamaz.
Ayrıca, bölgedeki demografik trendler de İsrail’in aleyhine çalışmaktadır. Başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız ve onurlu bir Filistin devletinin kuruluşuna imkan tanımadığı takdirde İsrail, önümüzdeki 50 yıl içinde tam anlamıyla bir Apartheid rejimine dönüşecektir. Bu nedenle, İsrail’in stratejik bir bakış açısıyla, adil bir barışa ulaşmak için çaba göstermesi kendi çıkarınadır.
Silahlı Kuvvetlerimizin Seçkin Mensupları,
21. yüzyılın ilk çeyreği itibariyle dünyamızın küresel boyutta pek çok dönüşüme sahne olması beklenmektedir. Küresel düzeyde ortaya çıkan yeni tehdit ve fırsatlar, yeni güvenlik konseptlerine ve yeni düzen arayışlarına da ivme kazandırmaktadır.
21. yüzyılın ilk onyılını geride bıraktığımız şu dönemde, klasik jeostratejik dengelerin sarsıldığını, küreselleşmenin ortaya çıkardığı dinamiklerle, uluslararası siyasi, ekonomik ve beşeri güç dengelerinin yeniden şekillenmekte olduğunu görmekteyiz.
Önümüzdeki onyıl yeni bir uluslararası güç dengesinin parametrelerinin oluşumuna tanıklık edecektir.
Dünyanın sıklet merkezi sadece ekonomik manada değil, askeri ve stratejik bakımdan da Asya Pasifik’e kaymaktadır.
Soğuk Savaş döneminde ABD ve Sovyetler Birliği’nin liderliğinde kanatlara kayan güç dengesi, yeniden dünyanın kadim medeniyetleri olan Çin, Hindistan ve Ortadoğu’da teşekkül etme istidadına girmiştir.
Aslında bu durum, tarihin yeniden normalleşmesi, bundan 200 yıl önce dünyanın ağırlık merkezini oluşturan kıta, bölge ve ülkelerin yeniden eski ağırlıklarına kavuşmaları olarak da telakki edilebilir.
Siyasi ve iktisadi tarih göstermektedir ki, ekonomik güç ülkeler tarafından arzu edildiğinde çoğu zaman askeri güce ve nüfuza tahvil edilebilmektedir.
Bu nedenle, Asya’nın ekonomik açıdan yükselen güçlerinin, sadece bölgelerinde değil, tüm dünyada söz sahibi olmak için diğer yeteneklerini de geliştireceklerinin emareleri şimdiden görülmektedir.
Başta ABD olmak üzere pek çok ülkenin savunma konseptlerini, kuvvet ve komuta yapılandırmalarını bahsettiğim yeni stratejik şartlara göre uyarladığını görüyoruz.
Bu şartlar altında, temelde Avrupa ve Transatlantik odaklı savunma anlayışını gözden geçirmek artık bir zaruret halini almıştır.
Hepimiz biliyoruz ki, iyi bir kurmay subay, cari operasyonel planlamanın yanında, stratejik planlama da yapabilen bir subaydır.
Bu nedenle, dönüşüm sürecinin dinamiklerini iyi irdelemek, ivme kazanan bu tarih akışında isabetli tahminleri yapabilmek ve buna göre inisiyatif alabilmek çok önemlidir.
Tutarlı bir stratejik planlamayla uluslararası arenada kendilerine gerçekçi rol biçen ülkeler, önümüzdeki onyıllarda küresel gelişmeleri yönlendireceklerdir.
Bunu yapmayan, statik yaklaşımlarla, savunmacı tepkiler veren ve sadece statükoyu korumaya çalışan ülkelerin ise bu hızlanan tarih akışının dışında kalacakları aşikardır.
2010 yılında Chatham House'da yaptığım konuşmada 21. Yüzyılın ilk çeyreği itibariyle nasıl bir uluslararası düzen tahayyül ettiğimi açıklamıştım.
Temel olarak, "Avrupa-merkezli" bir düzenden ziyade "küresel-odaklı", kapsayıcı, güç merkezlerini çoğaltan, adil, ancak muktedir bir düzen beklentimizi dile getirmiştim.
Yeni düzen arzumuzun, revizyonist bir talep olarak anlaşılmamasını, daha ziyade gerçekçi ve halihazırdaki sistemin daha iyi yöneten bir düzene evrilmesi olduğunu özellikle vurgulamıştım.
21. yüzyılın ilk çeyreğinde, ABD, AB, Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya ve Türkiye gibi büyük güçlerin uyumuna dayanan bir güç dengesinin ortaya çıkması kuvvetle muhtemeldir.
Ülkemizin sözkonusu güç dengesinde hakettiği yeri alması için Silahlı Kuvvetlerimiz dahil tüm kurum ve kuruluşlarımızın şimdiden bu vizyon çerçevesinde çaba göstermeleri elzemdir.
Değerli Komutanlar,
Türk Ordusu’nun Seçkin Subayları,
Küreselleşmenin etkisiyle; dünyadaki her konu, her gelişme birbiriyle irtibatlı hale gelmektedir. Siyasi, güvenlik ve ekonomik içerikli gelişmelerin etkileri çıkış noktalarının ötesinde, dünyanın farklı bölgelerinde doğrudan veya dolaylı hissedilmektedir.
Bu çerçevede, bugün “dünyanın uzak köşesi” tanımı düşüncelerimizden ve lügatlerimizden silinmeye başlamıştır.
-Asimetrik tehditlerden, organize suçlar ve sınır tanımayan etnik gerginliklere;
-sermaye hareketlerinden, enerji kaynakları üzerindeki rekabete ve küresel gelir dağılımındaki artan adaletsizliğe;
-iklim değişikliğinden, yoksulluk, gıda güvenliği ve salgın hastalıklara kadar geniş bir yelpazede çok farklı meselenin, küresel planda dikkate alınması zaruri hale gelmiştir.
İnsanlığın tümünü yakından ilgilendiren her mesele, diğerleriyle iç içe geçmiş durumdadır.
Tüm bu gelişmeler, güvenlik, diplomasi ve güç kavramlarının yeniden düşünülmesi ve formüle edilmesini de gerekli kılmaktadır.
Böylesine hızlı ve geçişken bir dünyada güvenliği geleneksel güç unsurlarıyla sağlamak artık mümkün değildir.
Prusyalı General Clausewitz’in “savaş siyasetin başka araçlarla sürdürülmesidir” sözünü, bugün belki de yeniden yorumlamak zorundayız.
Artık askeri güç ve yetenekler sadece savaş yapmak suretiyle politikanın veya diplomasinin hedeflerine hizmet etmemektedir.
Bugün silahlı kuvvetlerin yetenekleri, barışı koruma misyonlarından, doğal felaketlere müdahaleye, tahliye operasyonlarından, savaş sonrası yeniden yapılandırma ve kamu diplomasisi çalışmalarına kadar geniş bir sahada dış politikaya katkıda bulunmaktadır.
Dolayısıyla, güvenlik kavramına daha bütüncül ve küresel bir anlayışla yaklaşmamız gerekmektedir.
Çevre güvenliği, enerji güvenliği, biyolojik güvenlik, gıda güvenliği, nükleer güvenlik ve siber güvenlik gibi kavramlar üzerinde de artan şekilde kafa yormalıyız.
Sözkonusu tehdit ve felaketlerle mücadelede askeri ve sivil yeteneklerin uyumlu ve birbirini tamamlayıcı şekilde kullanılması giderek önem taşımaktadır. Japonya’daki tsunami felaketinde dünyanın en gelişmiş ekonomilerinden birinin dahi nasıl yetersiz kaldığını hep birlikte gördük.
Öte yandan, bu tehditlerin ekseriyeti etkili bir uluslararası işbirliğini de gerektirmektedir. Bu itibarla, 2010 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda “Küresel Acil Müdahale Yeteneği” oluşturulması çağrısında bulunmuştum.
Bazı dost ülkelerle birlikte bu yöndeki çalışmalarımız Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından da kabul edilen HOPEFOR girişimi çerçevesinde devam etmektedir.
Silahlı Kuvvetlerimizin Değerli Mensupları,
Tabiatıyla bunca çok tehdidin bulunduğu bir dünyada “askeri güç” halen önemini korumaktadır.
Çağımızın tehlikelerinin değişen şartlarına ayak uyduracak şekilde daha etkin, çevik, dinamik, vurucu ve esnek bir silahlı kuvvetler yapısı, belki her zamankinden daha fazla önem kazanmıştır.
Bu, dünyanın halen çok sorunlu bir bölgesinde merkezi bir konumda yer alan ve terörizmden kitle imha silahlarının yayılmasına kadar birçok yeni ve değişken tehditle karşı karşıya bulunan ülkemiz için belki herkesten daha fazla geçerlidir.
Ancak, bugün böylesine genişleyen bir güvenlik alanını sadece askeri imkanlarla kontrol etmek ve sırf bu unsurlarla gerçek anlamda kalıcı bir güven ortamı tesis etmek de mümkün değildir.
Siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel faktörler de artan ölçüde güvenlik denkleminin ayrılmaz birer parçası haline gelmiştir.
Bir başka deyişle, artık güvenliğin idamesinde “yumuşak güç” olgusu olarak adlandırılan bu parametreler de “askeri güç” unsurunun yanına eklenmiş bulunmaktadır.
Nitekim, bugün dünyadaki hangi soruna bakarsanız bakın, askeri gücün tek başına yeterli olmadığını müşahede edersiniz.
Kalıcı barış ve istikrarın zorlamadan ziyade, teşvik, özendirme ve sahiplenme duygusu yaratacak yumuşak güç unsurlarıyla mümkün olabildiğini görmekteyiz.
Bunun neticesinde terminolojide “akıllı güç” (“smart power”, ya da bir başka deyişle “uyanık güç”) tabiri ortaya çıkmıştır. “Akıllı güç”, askeri ve yumuşak güç unsurlarının şartlara göre belirli bir denge ve karşılıklı destek ilişkisi içinde kullanılmasını öngören bir yaklaşımdır.
Esasen Anglo-Sakson geleneğinin faydacı ve pragmatik zihniyetini yansıtan bu kavramın dahi, bizim arzu ettiğimiz güç nosyonuna tam olarak karşılık vermediği kanaatindeyim.
Ben, ünlü Türk düşünürü Farabi’nin “erdemli toplum”, “erdemli şehir” kavramlarından yola çıkarak, Türkiye’nin “erdemli güç” (İngilizce tabiriyle “virtuous power”) olarak hareket etmesi ve bu yolda ilerlemesi gerektiğini düşünüyorum.
Erdemli güç olmak, güvenliğin sadece askeri/siyasi boyutuna değil, adalet ve beşeri değerler veçhesine de aynı derecede önem verilmesini gerektirmektedir.
Kastettiğim, amaçların dayatmadan ziyade karşılıklı işbirliği yoluyla elde edilmesidir. Atılan her adımın insan haysiyet ve mutluluğu bakımından teste tabi tutulduğu bir güç anlayışıdır.
Dolayısıyla, sorunlara tek yönlü çıkarlar yerine tüm tarafların huzur, refah ve mutluluğunu gözeten vizyoner bir bakış açısıyla yaklaşılmasını lüzumlu kılmaktadır.
Bir başka deyişle, güvenliği başkalarının üstünden değil, onlarla birlikte sağlamayı, güvenliği yaymayı ve yaygınlaştırmayı öngören bir yaklaşım…
Daha zor ve çetrefilli gözükse de ülkemize yaraşan güç anlayışı budur. Esasen, ülkemiz son yıllarda her alanda tahkim ettiği milli güç unsurlarını erdemli bir şekilde kullanmak yolunda ilerlemektedir.
Değerli Komutanlar,
Kıymetli Subaylarımız,
Türkiye’nin erdemli güç olması için, her şeyden önce evimizin tertipli olması gerekir. Bu doğrultudaki görüşlerimi hayata geçirmek için ülkemizdeki demokratik ve ekonomik reformların en güçlü takipçisi oldum.
Aynı zamanda, 2003 yılında Tahran’da yapılan İKÖ Dışişleri Bakanları Toplantısı’nda ve bilahare pek çok başka vesileyle İslam ülkelerine, hukukun üstünlüğü, hesap verilebilirlik ve cinsiyet eşitliği gibi demokrasinin temel ilkelerini geçerli kılacak şekilde kendi evlerini düzene koymaları çağrısında bulundum.
Bu itibarla, Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerden herkes için alınacak dersler vardır. Bu tabii ki bizim ülkemiz için de geçerlidir.
Esasen dünyadaki tüm demokratik devrimler göstermiştir ki, temel hak ve özgürlükleri genişletmek, hesap verebilir yönetimlere sahip olmak ve hukukun üstünlüğünü tesis etmek devletleri, rejimleri güçsüzleştirmemiştir.
Kısaca demokrasi olarak ifade ettiğimiz bu değerler manzumesi, bir ülkenin istikrarının, refah ve güvenliğinin en temel teminatıdır. Ayrıca, bölgesel ve uluslararası barışın da güvencesidir.
Bu gerçeği en veciz şekilde ifade eden söz şüphesiz Aziz Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh.” sözüdür.
Uzun yıllar biraz slogan havasıyla serdettiğimiz bu söz, aslında hem güvenlik politikamıza, hem de dış politikamıza rehberlik eden bir ifadedir.
Yurtta sulhu sağlamanın en etkili yolu, ülkemizi her açıdan birinci sınıf bir demokrasi haline dönüştürmekten geçer.
Demokrasiyi tüm kurum, teamül ve evrensel kriterleriyle benimsediğimiz vakit ülkemizde gerçek barış ve huzuru yakalayabiliriz.
Bu bağlamda, gelişmiş bir demokrasinin sadece seçimler sonrasında çoğunluğun iradesinin icraata yansıması olmadığını belirtmek isterim.
Gelişmiş bir demokrasi, anayasal düzen içinde tüm kurum ve kuruluşlar bakımından fren ve denge sistemlerinin hakim olduğu, hukukun üstünlüğü ilkesi zemininde temel hak ve özgürlüklerin herkes için kıskançlıkla korunduğu, adaletin gecikmeden tecelli ettiği bir düzendir.
Bu bağlamda, ifade, basın ve örgütlenme özgürlüğü ile farklılıklara hoşgörüyle yaklaşmaya özellikle dikkat çekmek istiyorum.
Türkiye birçok imparatorluğun miras, tecrübe ve reflekslerine sahip bir ülkedir. Bu nedenle, büyük, fakat, alçak gönüllü bir özgüven içinde olmak için haklı sebeplerimiz vardır.
Aslında, 1808 tarihli Sened-i İttifak’la başlayan 200 yılı aşan bir anayasa ve demokratikleşme tecrübemiz var. Demokrasi kültürümüz, devrimci bir anlayıştan çok evrimci bir anlayışla gelişmiştir.
Bu miras, ülkemizin demokratik meselelerini büyük bir olgunluk ve özgüven içinde ele alma imkanı tanımaktadır.
Bizim gibi çok kültürlü imparatorlukların tecrübesini miras edinmiş ülkeler, her şeyden önce hoşgörü, vizyon ve basiret sahibi olurlar. Politikalarını sadece cari konjonktüre göre değil, 20 yıl, 50 yıl sonrasına göre hesaplar ve uygularlar.
Millet olarak, milli birlik ve bütünlüğümüz ile demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Cumhuriyetimizin temel nitelikleri konusunda tam bir mutabakat içinde olduğumuzdan hiç şüphem yoktur.
Dolayısıyla, sun’i ve abartılı korkulara kapılmadan, sorunların üzerine cesaretle gitmeli ve çözümlerini ertelememeliyiz.
Milletimizin bekasını ilgilendiren her sorunu, çağdaş dünyanın gerçeklerine uygun olarak, demokrasi ve ortak değerlerimiz temelinde çözmek basiretini göstermeliyiz.
Unutmayalım ki, bu tür korkular, kısır siyasi kavgalar ve basiretsiz politikalar dolayısıyla 1970li ve 1990lı yılları heba ettik. Bu yıllar ülkemizin irtifa kaybettiği, gelişmiş ülkelerle aramızdaki mesafenin her bakımdan açıldığı bir dönemdir.
Bizimle aynı dönemde kalkınma yarışına başlayan bazı ülkelerin kendi mukayeseli avantajlarını geliştirdikleri, kendi markalarını yarattıkları, ekonomilerini güçlendirdikleri dönemlerdir.
Son 10 yılda Türkiye’nin yakaladığı siyasi ve ekonomik istikrarın devamı, işte bu kayıp onyılların telafisi için de büyük önem taşımaktadır.
Bizim için mesele, sadece istikrar ve büyüme değil, aynı zamanda bir “yakalama” ve “öne geçme” mücadelesi olmalıdır.
Bu hedef doğrultusunda milletçe, siyasi, ekonomik, askeri, teknolojik, bilimsel ve kültürel alanda topyekun bir “yakalama” ve “öne geçme” mücadelesini kararlılıkla sürdürmek mecburiyetindeyiz.
Bu hedef ve mücadeleyi, bir beka meselesi olarak görmek durumundayız.
Halihazırdaki küresel ekonomik ve stratejik konjonktür ülkemize böyle bir fırsat tanımaktadır. Ancak, bunu heba etmemiz durumunda gelecek nesillerin bizi affetmeyecekleri aşikârdır.
Değerli Komutanlar,
Kıymetli Kurmay Subaylar,
Güvenlik ve demokrasi arasındaki bağ, hepimizin hassasiyetle üzerinde durması gereken bir başka husustur.
Günümüzde, demokrasi olmadan güvenlik; güvenlik olmadan da gerçek bir demokrasiden bahsedilemez.
Dolayısıyla, demokrasi, terörle mücadele etmenin hem en etkili yolu; hem de kıskançlıkla korumamız gereken en değerli erdemimizdir.
Terörle mücadelede, taleplerini şiddete başvurmadan, demokratik sistem içinde dile getiren vatandaşlarımızı, teröre destek veren, teröre bulaşan kesimlerden ayırmak çok önemlidir.
Bununla birlikte, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açış konuşmamda ifade ettiğim gibi, devletimizin şefkat ve hukuk çerçevesinde, suçsuzlara zarar vermeden mücadele etme özenini, bir zafiyet olarak algılayanlar tarihi bir yanılgı içindedirler.
Bölücü terör örgütü ve destekçileri bu yanılgıdan dönmedikleri müddetçe, terörle mücadelemiz kararlılıkla devam edecektir.
Netice olarak, güvenlik güçlerimizin bugüne kadar canları pahasına ortaya koyduğu mücadele, bize terör sorununu demokrasiyi genişleterek ve toplumsal uzlaşıyı güçlendirerek çözme imkânını verecektir.
Silahlı Kuvvetlerimizin Değerli Mensupları,
Küresel ve bölgesel düzeyde ortaya çıkan bunca risk ve tehdide rağmen, Silahlı Kuvvetlerimizin bu tehditlere karşı koyabilecek imkan ve kabiliyetlere sahip olduğundan hiç şüphem yoktur.
Askeri bakımdan, NATO’nun ikinci en büyük ordusuna sahibiz.
Özellikle son dönemde savunma sanayii alanında yaptığımız büyük hamlelerle, Silahlı Kuvvetlerimizi çağın gerektirdiği modern yazılım ve fiziki donanıma kavuşturmak yönünde ilerlediğimizi görüyorum.
Çeşitli vesilelerle ziyaret ettiğim savunma sanayii kuruluşlarında Silahlı Kuvvetlerimiz için üretilen milli silah ve savunma sistemlerinden gurur duydum.
Yine son olarak Kars’ta katıldığım tatbikatta Ordumuzun en çetin iklim şartları altında gerek taktik ve eğitim, gerekse teçhizat bakımından ne denli hazır olduğunu bizzat müşahede ettim.
Sarıkamış’ta lojistik ve teçhizat eksikliğinden dolayı şehit düşen binlerce Mehmetçiğin destanından gerekli derslerin çıkarılmış olduğunun hüznünü ve sevincini birlikte yaşadım.
Bugün Ordumuzun üstün imkân ve kabiliyetlere sahip olmasının altında, güçlü bir ekonomi yatmaktadır. Dolayısıyla, ekonomik istikrar ve büyüme, milli güvenliğimizin de teminatıdır.
Bununla birlikte, tüm dünyada silahlı kuvvetlerin eldeki ekonomik imkanlara ve tehdit durumuna göre en etkin ve optimal yapıya kavuşturulması yönünde ciddi reformların yapıldığına tanıklık etmekteyiz.
Soğuk Savaş’ın sona ermesini müteakip NATO’nun pek çok kez komuta yapısını değiştirdiğini, personel ve karargah sayısında önemli indirimlere gittiğini biliyoruz. Yine NATO müttefiklerimizden ABD, İngiltere, Almanya, Fransa, Hollanda ve İspanya’nın kapsamlı savunma reformları gerçekleştirdiklerini müşahede ediyoruz.
NATO müttefikleri tarafından yapılan savunma reformları incelendiğinde;
-Genelde, personel ve üs sayısının azaltıldığı,
-Kuvvetlerin sahip olduğu yeteneklerin ortaklaşa kullanılması imkanlarının arttırıldığı,
-Silahlı kuvvetler personeli içinde muharip sınıfın nispi oranının yükseltildiği,
-Yeni güvenlik şartlarının ortaya çıkardığı ihtiyaca cevap verecek modern silah ve teçhizatın tedarikine önem verildiği görülmektedir.
Bu itibarla ülkemizin de, esasen uzun yıllardır gerçekleştiremediği kapsamlı savunma reformunu hayata geçirmesi elzemdir.
Savunma reformumuzu, demokrasimizin ulaştığı seviye, artan ekonomik imkanlarımız, yeni stratejik iklimin ortaya çıkardığı milli, bölgesel ve küresel güvenlik ihtiyaçlarımız dikkate alınarak vakit kaybetmeden gerçekleştirmeliyiz.
Genelkurmay Başkanlığımızın da esasen bu yönde çalışmalar yürütmesinden büyük memnuniyet duyuyorum.
Yapılması gereken savunma reformu bağlamında özellikle aşağıdaki hususlara dikkat edilmesi gerektiğini düşünüyorum:
-Yeni tehdit ve ihtiyaçlar çerçevesinde her üç kuvvetin müşterek harekât icra yeteneklerinin arttırılması;
-Komuta yapısında entegrasyona önem verilmesi ve Kuvvetlerin sahip oldukları imkânlardan mümkün olduğunca müştereken yararlanılması;
-Her seviyede mükerrer kademelerin ortadan kaldırılması;
-Ordumuzun personel sayısında destek hizmetlerinden sağlanacak tasarrufla, muharip personel sayısının nispi oranının yükseltilmesi;
-Silahlı Kuvvetlerimizin etkinliğine katkıda bulunmayan harcamalardan tasarruf edilmesi,
-Buna karşılık, ekonomimizin ve savunma sanayimizin genişleyen imkânlarından yararlanmak suretiyle, Ordumuzun silah ve teçhizat bakımından nicelik ağırlıklı bir yapıdan, nitelik ağırlıklı bir yapıya dönüştürülmesi,
-Tedarik politikalarımızda, mümkün olduğu kadar milli imkânlardan yararlanılması ve savunma sanayiimizin Ordumuzun güvenlik stratejisinin önceliklerine ve uzun vadeli ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde yapılandırılmasıdır.
Öte yandan, terörle mücadelenin orta vadede kolluk kuvvetlerimizin yürütebileceği bir seviyeye indirgenmesi, Silahlı Kuvvetlerimizin en büyük kazanımı olacaktır.
Böylelikle, Ordumuzun her türlü cari ve potansiyel tehdide cevap verecek bir strateji çerçevesinde yapılandırılması mümkün olabilecektir.
Değerli Komutanlarımız,
Kıymetli Kurmay Subaylarımız,
Sizlerle uzun bir ufuk turu yaptık. Neticede sizlere vermek istediğim temel mesaj, ülkemizin “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” düsturu doğrultusunda emin ve kararlı adımlarla “erdemli bir güç” olma yolunda ilerlediğidir.
Türkiye; ilerleyen demokrasisi, gelişen ekonomisi, güçlü ordusu, genç ve kalifiye nüfusu, girişimci iş dünyasıyla uluslararası alanda giderek yükselen bir profil sergilemektedir.
İzlediği ilkeli politikalar ve sergilediği vizyoner yaklaşımlarla dünyanın dört bir yanında sesi duyulan, dostluğu aranan bir ülke olan Türkiye, bölgesinden başlamak üzere dünyaya güvenlik yayan bir ülke konumuna erişmiştir.
Türkiye, ait olduğu çok boyutlu coğrafyaya dar kulüp üyelikleri çerçevesinde bakmadan, bir yandan, Avrupa ve Transatlantik kurumlarıyla entegrasyonunu derinleştirmeye, diğer yandan, yakın bölgesine ve ötesine barış, adalet ve refahı yaymaya çalışmaktadır.
Değerlere dayalı eksenimiz ve 360 derecelik ufkumuzla bundan sonra da, adil ve demokratik bir yeni küresel düzen tesisi yönündeki çabalarımızı aynı azim ve kararlılıkla devam ettireceğiz.
İşte bu düşüncelerle, askeri deha ve kabiliyetlerini gerek içeride gerek dışarıda defaatle ispatlamış olan Silahlı Kuvvetlerimizin siz Değerli Komutanlarını ve Subaylarını bir kere daha içtenlikle selamlıyorum.
Bu vesileyle, son olarak Afganistan’da ve terörle mücadelede şehit düşen evlatlarımız olmak üzere vatan ve barış uğruna canlarını feda eden tüm şehitlerimizi rahmet ve minnetle anıyor, gazilerimize de şifa dileklerimi yineliyorum.
Teşekkür ederim!