Devlet Ve Vakıf Üniversiteleri Rektörleri ile Öğle Yemeğinde Yaptıkları Konuşma

26.03.2012
Yazdır Paylaş Yazıları Büyült Yazıları Küçült

Değerli YÖK Başkanı,

Değerli YÖK Üyeleri,

Değerli Rektörler,

Önce hepinize hoş geldiniz, diyorum. Bir kez daha sizleri, Çankaya Köşkü’nde ağırlamaktan ve beraber olmaktan, gerçekten büyük bir mutluluk duyuyorum. Biraz önce masaya gelir gelmez, arkadaşlarımla, bu masadakilerle şunu paylaştım: “Bundan 15-20 sene önce herhalde Türkiye’deki rektörlerin sayısı bu masanın etrafındakiler kadardı” dedim. Şimdi bu salonda hepinizin, Türkiye’deki üniversitelerin rektörleri olduğunu görünce, Türkiye’nin kapasitesini Türkiye’nin geldiği durumu, gerçekten büyük bir gururla bir kez daha idrak ettik. Hepiniz Türkiye’nin üniversitelerinin başındasınız ve hepiniz Türk gençliğini en iyi şekilde gelecek hazırlamak için büyük bir gayret içindesiniz. Tekrar hepiniz hoş geldiniz buraya.

Hemen sözlerimin başında YÖK Başkanı’na başarılar diliyorum. Yeni üyelere de başarılar diliyorum. Bundan önce yüksek öğretim kurumlarına, üniversitelere hizmeti olan herkesi de, bütün başkanları da hep takdirle bir kez daha anmak istiyorum. Muhakkak ki devlet kurumlarında, kamu kurumlarında hizmetlerin hepsinin bir dönemi vardır. Önemli olan dönemler içerisinde iyi işleri yapmaktır. Bu da tabii ki hep beraber el birliği içerisinde olacaktır.

Eğitime doğrusu Cumhurbaşkanı olarak çok önem veriyorum. En çok önem verdiğim alanlardan birisi eğitim alanı. Üniversiteler söz konusu olunca Cumhurbaşkanı olarak tabii ki ayrı bir sorumluluğum da var. Dolayısıyla üniversiteleri, üniversitelerimizin başarılarını daha yakından takip ediyorum ve takip etmeye de çalışıyorum.

Şimdi memnuniyetle ifade etmek isterim ki, fiziki anlamda Türkiye’de üniversiteler oldukça ileri bir noktaya geldi. Hatta hatırladığım kadarıyla, YÖK 2007 yılında Türkiye yüksek öğretim stratejisini o zaman hazırladığında, 2015 yılında ulaşılması gereken hedefe Türkiye, 2010 yılında ulaştı. İşte sizler, bunun en güzel ispatısınız. Üniversitesi olmayan şehrimiz kalmadı. Büyük şehirlerimizdeki üniversite sayılarını artık bilmiyoruz neredeyse, bu kadar çoğaldı. Devlet üniversitelerinin yanında vakıf üniversiteleri de kendilerini gayet ispat ettiler. Ve Türk bilim dünyasına, eğitim dünyasına çok büyük katkı sağlamaya başladılar.

Bunlar yapılırken, şunu da takdir etmemiz gerekir ki: Dünyada birçok ülkede ekonomik sıkıntılardan dolayı eğitime ve üniversitelere, hatta kültür faaliyetlerine ayrılan finans imkânları azalırken, Türkiye’de tam tersi oldu. 2 yıl önce UNESCO’nun Paris’teki Genel Kurul Toplantısına gittiğimde, orada yaptığım konuşmada da söyledim ve daha sonra gördüm ki, gerçekten en büyük şikâyetlerden birisi bu, üniversitelere yeteri kadar kaynağın verilmemesi. Türkiye’de ise tam tersi bir trendi hep beraber takip ediyoruz. Bu da tabii ki hepimizin çok memnun olması gereken bir şey.

Şimdi hepimiz bir sınavla karşı karşıyayız. Bu kadar üniversite var. Sizler üniversitelerimizin rektörlerisiniz. “Bu üniversiteler acaba nasıl üniversiteler olacak, hangi seviyede, hangi kalitede üniversiteler olacak?” Şimdi hepimizin karşı karşıya kaldığı sınav budur.

Sizler de biliyorsunuz, il ziyaretleri yaptığımda üniversitelerinize muhakkak uğruyorum. Hatta bazı illerimizi gezerken, çok güzel yeni binalar görüyorum. Ve hemen artık “Bunlar üniversiteler” diyorum. Eskiden hangi ile giderseniz, o ilin iyi binaları, görkemli binaları, gösterişli bahçeleri, başka kurumlara ait olurdu. Geçenlerde Kars’a gitmiştim. Bazıen güneyde, bazen kuzeyde, her neyse ülkemizin değişik illerini ziyaret ediyorum. Gerçekten bir şehre yeni varan ve arabayla şöyle şehrin içerisinde bir yarım saatlik tur yapan bir insan çok etkileyici bir şekilde ilk defa üniversiteleri gözüyle yakalıyor.

Şimdi burada devlet olarak, büyük bir sorumluluk yerine getiriliyor ve bu imkânlar tanınıyor. Şimdi işte demin söylediğim sınavla karşı karşıyayız. Nasıl üniversiteler olacak? Liselerin devamı şeklinde, çocukların dört sene daha vakit geçirdiği, biraz daha yeni şeyler öğrendiği mekânlar mı olacak, yoksa akademik özgürlüğü, akademik iklimi oluşturan ve gerçekten çocuk liseden ayrılıp da üniversiteye geldiğinde, ona üniversiteli olduğunu hissettiren, mezun olduğunda onu tamamen değiştiren ve topluma o şekilde sunan üniversiteler mi olacaksınız?

Şimdi burada başta YÖK, Sayın Başkan, değerli arkadaşları, yöneticiler, YÖK yöneticileri olmak üzere, bütün rektörlerin dikkatini çekmek istiyorum. Biz, bir israfla karşı karşıya olmamalıyız. Bu israf, hem maddi hem de gençlerin, çocuklarımızın zamanı itibariyle. O bakımdan büyük bir imtihanla karşı karşıyayız. Burada özellikle Anadolu şehirlerindeki üniversitelerin rektörlerinin ayrıca dikkatini çekmek isterim. Sizler, üniversitelerde liderlik yaparken sakın ha gittiğiniz yerde yerelleşmeyin. Sakın ha gittiğiniz yerlerde mahalli kurumlar haline gelmeyin. Gittiğiniz yerlerde, illerinizin seviyesi ne olursa olsun, o seviyeye inmeyin. Sizden beklentimiz, tam tersine gittiğiniz illerimizin, şehirlerimizin, bilgi, görgü, eğitim, vizyon, her bakımdan seviyesini alıp daha yükseğe çıkartmak ve yüceltmek olacaktır.

Çünkü tabii olarak şu bir gerçek ki: Bulunduğunuz illerin en görgülü, en vizyon sahibi insanları sizler olmalısınız, öğretim üyeleri olması gerekir. Bilgi olarak da böyle, görgü olarak bulunduğunuz mekânlar, iller, ülkeler itibariyle de böyle. O bakımdan bu tehlikeyi özellikle hatırlatmak istiyorum. O ilin kendi siyaseti, o ilin dedikoduları; onlar o ile ait. Siz sakın ha onun bir parçası olmayacaksınız. Ama bunu söylerken ilden de kopuk olmayacaksınız. Çünkü sizin üniversiteleriniz kurulsun diye o ilin ileri gelenleri, başta siyasetçileri olmak üzere, eşrafı, zenginleri herkes, ne kadar çok gelip gitti buralara. “Aman buraya bir üniversite olsun da bizim de ilimize lokomotiflik yapsın” diye. İlle bütünleşmek ayrı, ona önderlik yapmak ayrı ama, mahallileşmek, yerelleşmek ayrı bir şey. O bakımdan bu konuları çok kritik gördüğüm için sizlerle paylaşmak istiyorum.

Aslında geçen sene Mayıs ayında İstanbul’da Yüksek Öğretim Kongresi yapmıştınız. Orada daha geniş bir şekilde fikirlerimi, üniversite ile ilgili düşüncelerimi sizinle paylaşmıştım. Burada uzatmak istemiyorum. Ama üniversitelerimizin kalitesini arttırıcı tabii ki birçok tedbirleri de almak gerekiyor.

Aslında sevinerek, son yıllardaki bir gözlemimi de itiraf etmek isterim. Üniversitelerimiz başarılara imza atmaya başladılar. Bu başarılar gerek ulusal gerekse uluslar arası çapta dikkat çekmeye başladı. Dünyanın önemli listelerine giren üniversitelerimiz var artık. Bununla hep gurur duyuyoruz. Bu tabii ki üniversitelerin kendi asli görevlerine dönmeleriyle ilgili bir konudur aslında. Daha önce enerji, daha önce kaynaklar, çok farklı şekilde harcanıyordu. Kendi aramızda sürtüşmelerle ve başka şeylere çok daha fazla odaklanıyorduk. Ve bütün gücümüz, zihnimiz, enerjimiz o işlere gidiyordu. Şimdi memnuniyetle gerçekten görüyorum, bu normalleşme Türkiye’ye çok büyük bir kazanım getirmiştir. Ve inanıyorum ki önümüzdeki yıllarda bu yılların çalışmalarının semereleri ortaya çıkacaktır. Ve çok daha fazla başarılar olacaktır.

Ama zaman zaman dikkati çektiğim hususu burada bir kez daha tekrarlayacağım, o da üniversitelerin rekabeti, kendi içimizde ve diğer üniversitelerle olan rekabet. Burada Türk üniversitelerinin en büyük noksanlığını içe kapalılıkta görüyorum. Bu gerek öğretim üyesi, yabancı öğretim üyesi gerekse yabancı öğrenci açısından böyle. Bu konuda Türkiye’de birkaç üniversitemiz var, dışa daha çok açık olan. Ama onların da aslında öğrenci sayılarına ve öğretim üyesi sayılarına baktığımızda, o da yeterli değil.

Bildiğim kadarıyla yabancı öğretim üyesi sayısı yüzde 1’in altında herhalde. Öğrenci oranı nedir, onu hiç bilmiyorum doğrusu. Onun çok çok daha az olduğu,  ihmal edilecek kadar düşük olduğu kanaatindeyim. Bu, şu açıdan çok önemli: Önce kendi gençlerimizin dünyayı bilmeleri lazım. Yani üniversite gençliğinin dünyayı sadece Türkiye’den veya üniversitenin olduğu şehirden ibaret bilmemesi lazım. Dünyanın ne kadar çeşitli olduğunu biraz görerek de bunu bilmesi lazım. Farklı ırklardan, farklı dillerden, farklı dinlerden, kültürlerden çocuklarla kaynaşmak lazım. Herkesi gönderemeyiz, bazı Exchange programları var ama, bunlar binde bir bile değil. Dolayısıyla biraz Türkiye’ye yabancı öğrencinin gelişinin önünü açmamız lazım. Bununla ilgili bazı tedbirler tabii alındı. Bu önerilerimi YÖK geçenlerde hep dikkate aldı, bundan çok memnunum. Bunu arttırmamız lazım.

Bunun ekonomik boyutları falan farklı. Türkiye’de okuyan bir yabancı öğrenci ülkesine döndüğünde, orada nasıl bir Türkiye elçisi olacaktır, bu ayrı. Yani bunlar çok büyük kazanımlar. Bunlar küçük paralarla ifade edilemeyecek kadar büyük kazanımlar, ki bunun tecrübelerini biz biliyoruz, birkaç ülke ile ilişkilerimizde, ekonomik ilişkilerimizde. Ama üniversitelerimizi zenginleştirme açısından da bu çok önemli.

Yine öğretim üyeleri de aynı şekilde. Türkiye’nin aslında dışarıdan öğretim üyelerinin koşarak gelmek istediği bir ülke haline de gelmesi gerekir. Hem yurtdışındaki, kendi akademisyenlerimizin ülkemize dönmeleri, yani beyin göçünü tersine döndürme açısından hem de başka yine değerli beyinlerin Türkiye’ye getirilmesi açısından buna gayret sarf edilmeli. Buna özellikle rektörlerin uğraşması, takip etmesi, bir nevi avcılık yapıp gidip üniversitelerine iyi hocaları getirme yönünde çalışması gerekmektedir. Bunların katkısı çok büyük olacaktır.

Eğitim aslında bizim büyük problemimiz. Bu büyük problem ilkokulda başlıyor, orta öğretimde başlıyor. Çocuklarımızın maalesef çoğu okullarda sadece vakit kaybediyor. Bunlar ölçülü, yani bunlarla ilgili çok çalışmalar var. Yani sizler de yapıyorsunuz, üniversitelerinizde. Orta öğretimin, ilköğretimin kalitesini arttıralım diye çok uğraşırken, ki onun da temel direği doğrusu öğretmendir, öğretmeni iyileştirmektir. Üniversitelerde de aynı şekilde öğretim üyesini iyileştirmektir. Öğretim üyesi, barakada da ders verebilir, eğer iyi bir öğretim üyesiyse, bütün çocukların ufkunu aşar. Ama bir binada öğretim üyesinde iş yoksa, onun beş yıldızlı bir otel seviyesindeki bir yerde vereceği eğitim hiçbir işe yaramaz açıkçası. Bunların hepimiz farkındayız tabii. Ben doğrusu hafızalarınızı tekrar tazelemek ve dikkatinizi çekmek için bunları bir kez daha sizlerle paylaştım.

Şimdi sıra tabii ki yeni Yüksek Öğretim Yasası’na geldi. Bununla ilgili de YÖK’ün şimdiden kendini hazırlaması lazım. Bu sizin işiniz açıkçası. Dolayısıyla hazırlık yapmanız lazım. En son Türk Yüksek Öğretim Strateji Belgesi 2007 yılında yayımlanmıştı, o günden bugüne epey bir vakit geçti. Şimdi bütün tecrübeler, yeni üniversiteler, vakıf üniversitelerindeki çoğalma, Türkiye’deki bütün bu değişim; bütün bunları dikkate alarak yeni bir strateji belgesine çalışmanız gerektiğine inanırım.

Zaten Mayıs ayında yaptığınız Kongrede büyük bir birikim söz konusu olmuştur. Ve bunun ışığında siz “Türkiye’de artık üniversiteler nasıl olmalı, üniversiteleri yöneten YÖK nasıl bir vasıfta olmalı, nasıl bir yeni yapıya kavuşmalı”, bunların hazırlıklarını şimdiden iyi bir şekilde yaparsanız, bunun düşünce planı çok önemlidir. Yani yeteri kadar fikir, yeteri kadar çalışma, yeteri kadar bunun felsefi temellerini hazırlayıp da ortaya çıkartırsanız, ondan sonra muhakkak ki kanun yapıcılar, hükümet çok değer verecektir. Ve onun üzerinde daha kolay bir şekilde Türkiye yeni bir döneme girecektir.

Tekrar hepiniz hoş geldiniz. Hepinize başarılar diliyorum. Özellikle uzaktan gelen, Anadolu illerinden gelen rektörlerimizden, döndüklerinde herkese bulundukları yerlere selamlarımı ve en iyi dileklerimi götürmelerini rica ediyorum. Ve başarılarınızın devamıyla hep birlikte ülke olarak, millet olarak gurur duyacağımızı bir kez daha hatırlatıyorum.

Sağ olun.

Yazdır Paylaş Yukarı