Üçüncü Yaroslavl Küresel Siyasi Forumu'nda Yaptıkları Konuşma

08.09.2011
Yazdır Paylaş Yazıları Büyült Yazıları Küçült

“KÜRESELLEŞME ÇAĞINDA MODERN DEVLET VE TOPLUMSAL ÇEŞİTLİLİK”

Konuşmama başlamadan önce dün bu güzel şehrinizde elim uçak kazasında çok sayıda kişinin hayatını kaybetmesinden dolayı başta Devlet Başkanı Medvedev olmak üzere bütün Rus halkına başsağlığı diliyorum.

Yine Aynı şekilde başka ülkelere mensup, başka ülkelerden kişiler de hayatını kaybetmiştir. Herkesin acılı ailelerini acılarını paylaşırken, sabır ve metanet temenni ediyorum.

Değerli Dostum Devlet Başkanı Sayın Medvedev,

Ekselansları,

Kıymetli Akademisyenler,

Hanımefendiler, Beyefendiler,

Bu yıl üçüncüsü düzenlenmekte olan ve kısa sürede küresel anlamda entelektüel hayata ve siyasi tartışmalara katkıda bulunan bu güzide platformda, sizlere hitap etmekten büyük bir mutluluk duyuyorum.

Öncelikle, “modern devlet” teması etrafında şekillenen Yaroslavl Forumu’nun ihdasına öncülük eden değerli Devlet Adamı Sayın Medvedev ve Forum düzenlemelerinde emeği geçen tüm yetkililere teşekkür ediyorum.

Bu forumun önemli meseleleri tartışmak için son derece yararlı bir platform olduğunu düşünüyorum.

Bu vesileyle, bin yıllık köklü tarihiyle, dünya kültür mirasının önemli eserlerini bünyesinde barındıran Yaroslavl şehrinde bulunmaktan duyduğum memnuniyeti ayrıca ifade etmek isterim.

Değerli Katılımcılar,

Bundan önce gerçekleştirilen iki forumda modern devlet kavramının derinlemesine incelendiğini ve günümüz şartlarında bunun ne anlama geldiğinin etraflıca ele alındığını biliyorum.

Bu itibarla tarifsel ve teorik çerçeve üzerinde çok fazla durmak istemiyorum.

Zira, küreselleşmenin, Schumpeter’in deyimiyle adeta “yaratıcı  imha” (creative destruction) sürecine maruz kalan pek çok toplumsal kavramı felsefi kalıplarla açıklamak epeyce zorlaşmıştır.

Bu nedenle, her biri modern devlet ve toplumsal çeşitliliğin bir boyutuna ışık tutsa da, bugün sözkonusu kavramları Rousseau, Kant, Hegel, Marx, Weber veya Habermas’ın analizleriyle tahlil etmek güçlük arzetmektedir.

Küreselleşme, gerek modern devletin fonksiyonları, gerekse toplumsal insicamın unsurları bakımından uluslararası camiayı bir çok sorun ve açmazla karşı karşıya bırakmıştır.

Bu bağlamda;

-“kişi hak ve özgürlüklerinin genişletilmesi ve güvenlik”,

-“ulusal egemenlik ve uluslararası meşruiyet”,

-“teşebbüs hürriyeti ve regülasyon”,

-“bireysel fayda ve toplumsal maliyet”,

-“ekonomik büyüme ve adil paylaşım”,

-“milli çıkar ve küresel sorumluluk”,  

-“ekonomik kalkınma ve sürdürülebilir çevre”,  

-“çok kültürlülük ile toplumsal entegrasyon ve insicam” gibi pek çok ikilemlere çözüm bulmak, modern devletin vasıflarının oluşmasında belirleyici bir unsur haline gelmiştir. 

Hepimizin bildiği gibi geçmişte devlet, kendi güvenliği ve bekasını her şeyin üstünde tutan, sınırları içindeki toplumu bu amaç uğrunda örgütlenmesi gereken bir araç olarak gören bir kurum niteliği taşımıştır.

Günümüzde de hala devlet mekanizmasını bu anlayışla yorumlayan ve devletin güvenliğini halkın temel hak ve özgürlüklerinin üzerinde gören rejimler bulunmaktadır.

Ancak zaman içinde devlete ait toplum veya milletten, toplum veya millete ait devlet anlayışına doğru bir geçiş olmuştur. Korkuyla, baskıyla halkları yönetmek devri de bitmek üzeredir.

Devletin yegâne varlık sebebinin, halkının meşru arzu, talep ve beklentilerini karşılamak olarak tanımlandığı bir anlayış ortaya çıkmıştır.

İşte modern devlet kavramının özünde de bu anlayış yatmaktadır. İnsanı bireysel ve toplumsal anlamda belirleyici öğesi olarak kabul eden ve özgürlük-güvenlik dengesinde, özgürlükler alanının genişletilmesini düstur edinen bir yapı.

Aynı şekilde eşitlikçi, çoğulcu, katılımcı; bir başka deyişle gerçek anlamda demokratik bir sistem içinde hareket edilmesi de modern devletin en temel şart ve özelliklerinden birisini teşkil etmektedir.

Bu haliyle modern devlet, insanoğlunun bir yandan haksızlığı, şiddeti, vahşeti ve güçlünün güçsüze tahakkümünü önlemek, diğer yandan toplumsal adaleti, barışı ve refahı sürdürülebilir kılmak için ihdas ettiği en iyi mekanizmadır.

Tabii, modern devlet bir günde ve tek bir kanunla ortaya çıkmamıştır. Esas süreç, toplum ve devletin, yani “temsil edilen” ile “temsil edenin” hak ve sorumluluklarının sınırlarının çizilmesiyle başlamıştır.

Modern devlet dediğimiz mekanizma bu çerçevede dinamik bir olgu, sürekli gelişen bir yapıdır. Zira, küreselleşme toplumların siyasi, ekonomik ve sosyal kimyalarını sürekli bir değişime tabi tutmaktadır.

Bu nedenle toplum, devletin değişimlere ayak uydurmasını istemektedir. Devletin asli ödevi de toplumun bu talebini yerine getirmektir.

Bugün biz siyasetçilere, devlet adamlarına düşen görev de bu sürecin önündeki engelleri kaldırmak ve olabildiğince hızlandırmaktır.

Nihai tahlilde, benim anlayışıma göre modern devlet:

-Hukukun üstünlüğünü düstur edinen “demokratik bir devlet”tir.

-Temel insan hak ve özgürlüklerinden taviz vermeden güvenlik ve istikrarı sağlayan “özgürlükçü bir devlet”tir.

-Ekonomik büyümeyi sağlarken, hakça bölüşümü ihmal etmeyen “sosyal bir devlet”tir.

-Milli çıkarlarının peşinde koşarken, insanlığa karşı sorumluluklarının bilincinde olan “erdemli bir devlet”tir.

-Ekonomik kalkınma politikalarında başta çevre olmak üzere gelecek nesillere yönelik mesuliyetinin farkında olan “sorumlu bir devlet”tir.

-Bireysel girişimciliğin önünü açarken, toplumsal maliyetleri en aza indirgeyecek “düzenleyici bir devlet”tir.

-Sadece “hesap soran” değil, aynı zamanda “hesap veren bir devlet”tir.

-Halkın tüm kesimlerini kucaklayan ve farklılıkları zenginlik olarak gören “müşfik ve hoşgörülü bir devlet”tir.

Doğal olarak, burada her ülkeye aynı şekilde uygulanacak bir modelden söz etmek mümkün değildir. Belirttiklerim, farklı ülkelerin, farklı yapıları içinde benim anladığım manadaki modern devlete ulaşmak için esas alınması gereken referanslardır.

Sözkonusu referanslara uyan devletlerin sayısının artması ise, sürdürülebilir uluslararası barış için güvence oluşturacaktır.

Değerli Katılımcılar,

Modern devlet kavramına ilişkin düşüncelerimi bu şekilde ortaya koyduktan sonra, şimdi izin verirseniz toplumsal çeşitlilik ve çok kültürlülüğe dair görüşlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Gerçekten bugün yaşadığımız çağa bir isim vermemiz gerekirse toplumsal çeşitlilik bu bağlamda ilk akla gelen unsurlardan biri olmaktadır.

Bu süreç, küreselleşen dünyada sosyal mobilitenin artması ve çok çeşitli saiklere dayanan göçlerin yoğunluk kazanması ile de bağlantılıdır. Toplum içinde artan kültürel, dini ve etnik farklılıklar, yeni bölünme ve gerginliklerin kaynağı olabilmektedir.

Özellikle sosyo-ekonomik açıdan sorunlu toplumlarda bu tür farklılıkların, yaşanan güçlüklerin kaynağı olarak görülmesi,  konuya daha da karmaşık bir boyut kazandırmaktadır.

İşte modern devletin bugün karşılaştığı en önemli hususlardan birini, bu çeşitliliği ve farklılığı yönetebilme kabiliyeti oluşturmaktadır.

Bu çerçevede devletin tüm vatandaşlarına dil, din, ırk ayrımı gözetmeksizin eşit anayasal hak ve güvenceler sağlaması, gelir dağılımı ve fırsat eşitliğinde adil bir sistem kurması önem taşımaktadır.

Devletin yönlendirici ve denetleyici rolünü, istismarın önlenmesi, eşitsizliklerin giderilmesi ve toplumun her kesiminin sisteme eşit bir ortak olarak katılması yönünde kullanması elzemdir.

Keza, kültürel, dini ve etnik farklılıkların bir toplum için zafiyet değil, aksine o ülkeyi zenginleştiren bir olgu olarak kabul edilmesi modern devletin vasıfları arasında yer almalıdır.

Bu bağlamda kapsayıcı ve kucaklayıcı bir siyaset dili, devlet imkânlarının bu yönde kullanılması ve yasaların toplumun tüm bireyleri için eşit olarak uygulanması bir zaruret arzetmektedir.

Aynı şekilde devlet mekanizmasının bu yönde kullanılabilmesi için gerekli iradeyi ve vizyonu ortaya koyabilecek liderlere de ihtiyaç bulunmaktadır.   

Değerli Katılımcılar,

Tarih boyunca uygarlıkların beşiği olmuş ve yüzyıllar boyunca çok dinli, çok etnili ve çok kültürlü imparatorluklara ev sahipliği yapmış Türkiye, toplumsal çeşitlilik konusunda engin bir tecrübeye sahiptir.

Esasen Türk insanının yaklaşık ikiyüzyıl önce başlayan çoğulculuk ve demokrasi temelli modernleşme çabaları, ülkemizde son on yılda siyasi ve ekonomik alanlarda gerçekleştirilen köklü reformlarla daha da ivme ve etkinlik kazanmıştır.

Yaptığımız reformların temel amacı halkın hayat standartlarını yükseltmeye ve sosyal uyumu teşvik etmeye yönelik olmuştur.

Yapılan çalışmalarla bir anlamda “temsil eden devlet” ile “temsil edilen halk” arasındaki kamusal diyalog kanalları genişletilmiş, devlet kendi güvenliğini toplumun huzur ve refahına bağlı olarak pekiştirmiştir.

Öncelikle, ekonomik alanda 2000’li yılların başında yaşanan ekonomik krizden sonra yaptığımız reformlarla; kronik enflasyonu kontrol altına alıp, yüksek faiz sarmalını kırıp,  gelir dağılımındaki eşitsizliklerin giderilmesi yolunda önemli mesafe kat ettik. Ekonomik büyümeden toplumun her kesiminin yararlanmasını sağladık.

Keza, piyasa ekonomisine etkinlik kazandırdık. Ekonomimizi içerden ve dışardan gelen şoklar karşısında güçlü bir yapıya kavuşturduk.

Bu süreçte, bir yandan serbest girişimin ve yatırım ortamının önünü açarken, diğer yandan piyasanın sağlıklı ve şeffaf işlemesini sağlayacak güçlü kurallar ihdas ettik. Nitekim, bu sayede 2008 yılından itibaren pek çok ülkede sert şekilde hissedilen küresel ekonomik krizden asgari düzeyde etkilenen nadir ülkeler arasında yer aldık.

Siyasi alanda ise, yaptığımız reformlarla; demokrasi, şeffaflık, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve azınlıkların korunmasını teminat altına alan kurumları güçlendirdik. Çoğulcu demokratik normlara uyum yönünde önemli mesafe kaydettik.

Siyasi ve ekonomik alanlarda eş zamanlı olarak yürüttüğümüz reformlar, birbirinin tesirini çarpan etkisiyle artıran sonuçlar doğurmuştur.

Bu çerçevede, gerçekleştirilen siyasi ve hukuki reformlarla temel hak ve özgürlük alanları genişleyip demokrasimiz güçlendikçe, ülkemize duyulan güven ve yapılan yatırımlar artarak ekonomimiz üzerinde olumlu yansımada bulunmuştur. Bugün Türkiye, dünyanın 16., Avrupa’nın 6. büyük ekonomisi konumuna yükselmiştir.

Diğer taraftan, ekonomik reformlarla artan maddi imkânlarımız sayesinde Türkiye, demokratikleşme ve modern devlet olma yolunda daha özgüvenli şekilde hareket etmeye ve önemli bölgesel ve küresel sorumluluklar üstlenmeye başlamıştır. Bu meyanda, ülkemiz yılda 2 milyar dolara yaklaşan, hiçbir karşılık beklemeden insanlık adına yapılan kalkınma yardımlarıyla yükselen bir donör ülke konumuna terfi etmiştir.

Öte yandan,  demokrasimizin kapsamını genişletmek, standardını yükseltmek, yetkin ve olgun bir aşamaya taşımak, ayrıca demokratik katılımı artırmak için hala atmamız gereken adımların var olduğunun farkındayız.

Nitekim, 12 Haziran’da yapılan seçimlerin ardından toplumun tüm kesimlerinin ortak arzusu, ülkemizi gelecek yüzyıllara taşıyacak yeni ve özgürlükçü bir anayasa yapılması şeklinde tecelli etmiştir.

Tecrübe bize göstermiştir ki, devletin rolü ve işlevi, halkın taleplerine kulak verdiği ve beklentilerini karşıladığı ölçüde anlam kazanmaktadır.

Kıymetli Katılımcılar,

Türkiye’nin artan siyasi ve ekonomik gücü ile ilerleyen demokratik standartlarına paralel olarak, ülkemizin bölgesinden başlamak üzere uluslararası alanda daha aktif ve etkin bir dış politika izleme kabiliyeti de yükselmiştir.

İnsan haklarının ve demokrasinin gelişmesinin, barış, kalkınma ve sosyal adaletin tesisinde önemli rol oynayacağını düşünüyor, politikalarımızı bu minval üzerinde şekillendiriyoruz.

Nitekim, bu yılın başında Kuzey Afrika’da başlayan ve hızla diğer Orta Doğu ülkelerine yayılan değişim ve demokratik dönüşüm hareketlerini, 1848 ve 1989 devrimlerine eşdeğer olaylar olarak görüyoruz.

Bölgenin demokratik, modern devlet modeline geçiş yönünde tarihi bir dönemecin eşiğinde olduğunu düşünüyoruz.

Türkiye bu anlayışla bölge halklarının meşru reform taleplerini desteklemekte, küresel ölçekte etkileri olacak bu tarihi dönüşümün, barış, istikrar, huzur ve refaha tahvil edilmesi için çaba sarf etmektedir.

Dünyamız için daha parlak bir gelecek, çağdaş medeniyetin siyasi projesi olan demokrasinin çok daha fazla sayıda ülke tarafından benimsenmesinde yatmaktadır.

Elbette her ülkeye uyan tek tip bir demokrasi kalıbı yoktur. Ancak, insan hakları ve temel hürriyetlere saygı ile hukuku her şeyin üzerinde tutan bir tutum benimsenmesi, demokrasi ve toplumsal çeşitlilikleri kucaklayan modern devlet yolunda atılacak temel adımlardır.

Unutmayalım ki, bu adımlar atılarak oluşturulacak güçlü toplumlar, müşfik ve etkin modern devletlerin; etkin modern devletler de daha müreffeh bir küresel düzenin teminatı olacaktır.

Demokrasi, bir ülkeyi muktedir kılan en önemli güç vektörüdür. Gücünü halktan alan bir devletin, hem bekası, hem de uluslararası itibarı teminat altındadır.

Değerli Katılımcılar,

Bahsetmekte olduğum demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan haklarına saygı gibi değerler, Avrupa’da doğan ve küresel ölçekte yansımaları olan değerlerdir. Nitekim, halkın demokratik dönüşüm talebiyle başlayan Arap Baharı bu gerçeğin en son tezahürüdür.

Bu gelişmeler yaşanırken ve insanlığın ortak kültür anlayışı genişlerken, esasen ayırımcı görüşlerin kulvarının da daralması beklenir. Ancak, bugün maalesef belirli bölgelerde farklılıkları çatışma sebebi olarak gören aşırı görüşlerin halen zemin kazanabildiğine şahit oluyoruz.

Bu akımların, insanlığa demokrasi ve modern devlet kavramlarını hediye etmiş olan Avrupa kıtasındaki tezahürleri ise ayrıca düşündürücüdür. Irkçılık, İslam-karşıtlığı ve yabancı düşmanlığı, Avrupa’yı etkisine alan ekonomik krizle de bağlantılı olarak ciddi bir endişeye yol açmaktadır.

Göçmenleri güvenlik, işsizlik, suç, fakirlik ve diğer sosyal sorunların ana sebebi şeklinde gösteren partilerin oy oranları artmaktadır.

Halkın bu korkularına karşı, göç konusunda sert tedbirler alan hükümetler ve ana siyasi partilerin verdiği tepki de ayrı bir endişe kaynağıdır. Artan hoşgörüsüzlük ve ayrımcılık, radikalleşmenin de tetikleyicisi olmaktadır.

Değerli Dostum Medvedev’in konuşmasında bunları geniş bir şekilde işlemiş olmasından gerçekten aynı kaygıları taşıdığımızı görüyorum ve bunun herkes tarafından dikkate alınması gerektiğini arzu ediyorum.

Çeşitli dinsel, ırksal ve kültürel topluluklar arasındaki büyüyen farklar toplumlarımızın sosyal dokusuna zarar vermeye başlamıştır. Eğer bu eğilim denetim altına alınmazsa dünyamız içinde yaşaması çok daha tehlikeli bir yer haline gelecektir.

Bu bağlamda; bir Norveç vatandaşı tarafından yapılan ve gücünü çok kültürlülükten alan Norveç demokrasisini hedefleyen saldırı üzerinde hassasiyetle düşünmek gerekmektedir.

Bu menfur saldırı, terörizm ve aşırıcılığın belirli bir din veya coğrafya ile bağlantılı olmadığını ve Avrupa’da giderek daha fazla destek bulmakta olan aşırı sağ ideolojilerin de ciddi bir güvenlik riski oluşturduğunu en net biçimde ortaya koymuştur.

Daha önce sağ eğilimlere ilişkin endişelerimizi çeşitli vesilelerle meslektaşlarımızın dikkatine getirdiğimizde, üzülerek söylüyorum, iç siyasi saiklerle bunlara göz yumulduğunu gördük. Zira, Batı’nın ırkçılık ve yabancı düşmanlığı gibi nükseden hastalıklarını tedavi etmek, Doğu’nun çoğu kez azgelişmişlikten kaynaklanan sorunlarıyla başa çıkmaktan daha çetin bir mücadele gerektirmektedir.

Öte yandan,  Avrupa’da ekonomi giderek yaşlanan nüfus nedeniyle yavaşlamaktadır. Uzmanların da işaret ettiği gibi, Avrupa’da ekonomiye yeniden canlılık kazandırmak ve refahı sürdürülebilir kılmak için belli derecede göçmene ihtiyaç duyulmaktadır.

Başka bir ifadeyle, Avrupa önümüzdeki dönemde daha fazla farklılık barındırmak durumunda kalacaktır.

Bu itibarla, ayırımcılıktan uzak durmak ve farklılıkları kucaklamak kaçınılmazdır. Kaldı ki kapsayıcılık demokratik toplumun olmazsa olmaz şartıdır. Farklılıklar, dışlama, yok sayma ve kültürel bölünmenin bir mazereti değil; tam tersine demokratik zenginliğin bir göstergesi olarak alınmalıdır.

Irkçı ve yabancı düşmanı eğilimleri sorgulama ve özeleştiriye yönelme cesareti gösterilmelidir. Temel hedef hoşgörü eşiğinin hep yukarıya doğru taşınması olmalıdır. Bana göre bu, modern devlet olmanın da temel şartıdır.

Değerli Katılımcılar,

İnanıyorum ki bu gelişmeler çok kültürlülük ve dünya barışı bakımından yeni bir diplomasi ve siyaset dili geliştirmemiz ihtiyacına da işaret etmektedir.

Zira, bugün kullandığımız diplomasi ve siyaset dili çağımız gelişmelerine, sorunlarına ve açmazlarına cevap vermekte yetersiz kalmakta, hatta bazı durumlarda çatışmayı teşvik etmektedir.

Bu dilin yeni, yapıcı, birleştirici, dinamik ve hoşgörülü bir lisanla değiştirilmesi gerekmektedir.

Bir süredir gerek Türkiye içinde, gerek uluslararası platformlarda işaret etmekte olduğum “yeni bir diplomasi ve siyaset dili” ihtiyacına, son olarak Ocak 2011’de Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisine hitabım sırasında değinmiştim. Orada da ifade ettiğim gibi, diplomatik ve siyasi dilin niteliğinin, sonuçları da belirlediği kanaatindeyim.

Kullandığımız dil, yapıcı da olabilir,  yıkıcı da.  Ünlü Türk şairi Yunus Emre’nin de söylediği gibi; söz vardır savaşı bitirir, söz vardır bir insanının hayatını bitirir. (“Söz ola kese savaşı, Söz ola kestire başı”)

Siyasi aktörler seçtikleri dil vasıtasıyla, ortak bir anlayış oluşturabilecekleri gibi, bölünmenin teşvik edilmesine de hizmet edebilirler.

Bu sebeple, insan hakları ve çeşitliliğe saygı duyulmasını savunarak, korkuları bertaraf edecek, ikna edici bir lisan benimsenmesi önemlidir.

Bugün pek çok ülke bildiğimiz tarihi ve doğal nedenlerle; din, dil, etnik köken bakımından farklı unsurları içinde barındıran bir yapıya sahiptir.

Dolayısıyla, toplumsal çeşitlilik ve çok kültürlülük bu ülkelerin yapısal bir özelliğidir. Böyle devam edeceği de bir gerçektir. Bu gerçeğe rağmen, toplumsal çeşitliliği ve çok kültürlülüğü arzu edilmeyen ve terk edilmesi gereken bir politika seçeneğiymiş gibi takdim eden liderlerin bulunması, tehlikeli bir sürece işaret etmektedir.

Bu realite ortadayken,  tek kültürlü, tek etnili, tek dinli bir toplum tahayyül etmek, anakronistik bir yaklaşım olup, tarihin  akışına terstir.

Bu vesileyle, tüm liderleri bir kere daha toplumsal uyumu teşvik eden bir dil benimsemeye davet ediyorum.

Netice olarak şunu da hatırlatmak isterim ki, tarihte sayısız örneklerinden de görüldüğü üzere, toplumsal ve kültürel çeşitliliği, ulusal birlik ve uyum içinde yaşatabilen ülkeler, her bakımdan tarih sahnesinde öne çıkmışlardır.

Buna karşılık, değişik korkularla, toplumsal ve kültürel çeşitliliği ortadan kaldırmaya veya baskı altına almaya çalışan ülkeler ise, öncelikle beşeri zenginliklerini yitirmişler, bilahare ekonomik ve siyasi güç kaybına uğramışlardır.

Değerli Katılımcılar,

Bu mesajları farklı kültürlerin barış içinde bir arada yaşamasına imkân sağlayan köklü geleneğiyle esasen toplumsal çeşitliliğin en güzel örneklerinden birini teşkil eden Rusya’da vermekten büyük memnuniyet duyuyorum.

Özellikle değerli dostum Sayın Medvedev’in bu doğrultuda gerek Rusya içinde, gerek uluslararası alanda gösterdiği samimi çabalar ve liderlik bizleri gelecek için ümitlendirmekte, cesaretlendirmektedir.

Binlerce yıllık devlet geleneğine, büyük imparatorlukların tecrübe ve mirasına sahip olan Türkiye ve Rusya Federasyonu, küresel düzenin bu parametreler üzerinde şekillenmesine en anlamlı katkıda bulunabilecek ülkelerin başında gelmektedir.  

Avrasya coğrafyasının belkemiğini oluşturan ülkelerimizin, toplumsal çeşitlilik ve modern devlet yolunda atacağı her adım, bizi daha güvenli, daha huzurlu ve daha müreffeh bir dünya idealine yakınlaştıracaktır.

Teşekkür ederim.

 

Yazdır Paylaş Yukarı