“İslam Dünyası’nın Kalbinde Tarihi Dönüşüm: Değişim Dinamiklerini, Orta Doğu’da Özgürlük, Demokrasi, Barış ve Refaha Tahvil Etmek”
Prof. Somantri,
Saygıdeğer Akademisyenler,
Sevgili Öğrenciler,
Bayanlar ve Baylar,
Böyle seçkin bir topluluğa hitab etmekten büyük memnuniyet duyuyorum.
Endonezya Üniversitesi, Asya kıtasındaki öğretim kurumları içinde son derece özel bir yere sahiptir. Esasen, şöhreti bulunduğu kıtanın sınırlarının çok daha ötesine ulaşmıştır.
Türkiye’de, bu seçkin akademik mükemmeliyet merkezinin küresel çapta bilimsel ve entellektüel hayata yaptığı katkıları takdirle izliyoruz.
Bu nedenle, böylesine saygın bir kurumdan Fahri Doktora almakla kendimi son derece ayrıcalıklı addediyorum. Bu onuru hayatım boyunca taşıyacağım.
Aslında, Endonezya’yı, 1980’lerde akademisyen kimliğimle ve 1990’larda ise politikacı olarak ziyaret etmiştim. Burada çok sayıda şahsi dostlar edindim ve Endonezya’nın geçirmiş olduğu müthiş değişimi de yakından takip ettim.
Çeşitlilik arzeden muazzam bir nüfusa sahip Endonezya’nın ekonomik ve demokrasi adına gerçekleştirdiği takdire şayan başarıları bu kez Türkiye Cumhurbaşkanı sıfatıyla müşahade etmekten son derece memnuniyet duydum.
Endonezya’nın, büyük bir ekseriyeti Müslüman bir ülke olarak dünyanın en büyük üçüncü demokrasisi olmasından da ayrıca gurur duyduğumu belirtmek isterim.
Saygıdeğer Misafirler,
Endonezya’yı ziyaretim, İslam Dünyası’nda meydana gelen tarihi bir değişimin meydana geldiği bir döneme rastgelmiştir.
Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da devam eden reform dinamiğinin kesinlikle küresel sonuçları olacaktır.
Bu nedenle, konuşmamda, sözkonusu tarihi dönüşümün muhtemel yansımaları ve bu dönüşümü doğru yönlendirme adına neler yapılması gerektiği üzerinde duracağım.
Endonezya Üniversitesi’nin, bu konuşmayı yapmak için doğru bir yer olduğu kanaatindeyim. Zira, Türkiye ve Endonezya, bölge halkları için güçlü birer ilham kaynağı oluşturmaktadır.
Sözlerime bölgede cereyan etmekte olan olaylardan son derece etkilendiğimizi ifade ederek başlamak istiyorum. Ancak, bu olguyu bir risk ya da tehdit olarak görmememiz gerektiğine inanıyorum.
Bilakis, bütün dünyada benzersiz yansımaları olabilecek bu süreç, Orta Doğu’yu, gerçekten istikrarlı ve refah bölgesine dönüştürebilmek için tarihi bir fırsat sunmaktadır.
Aslında, yaşanmakta olan bu değişim süreci, kimse için bir sürpriz olmamalıydı.
Bizler Türkiye’de, bugünün dünyasında, iktidardaki rejimlerin savunulamaz fıtratını dikkate alarak, bölgede değişimin kaçınılmaz olacağından emindik.
Şahsen ben, 2003 yılı gibi erken tarihte Tahran’da düzenlenen İslam Konferansı Örgütü Dışişleri Bakanları Toplantısı’nda yaptığım konuşmada, bölgedeki değişim ihtiyacına dikkat çekmiştim.
O gün, meslektaşlarıma, mevcut yapıların bölge halklarının meşru taleplerine cevap vermekte yetersiz kaldığını ve halkın tepkisinin veya bir dış manipülasyonun önüne geçmek için samimi reformlar yapılması gerektiğini anlatmıştım.
Özellikle, iyi yönetim, şeffaflık ve hesap verebilirliliğin hakim olacağı; temel hak ve özgürlükler ile cinsiyet eşitliğine saygı gösterileceği; boş retorik ve sloganlara yer vermeyen yeni bir vizyonla hareket edilmesi zorunluluğunu içtenlikle vurgulamıştım.
Ayrıca, cehaleti, yolsuzluğu ve insan, doğal ve maddi kaynak israfını ortadan kaldıracak politikalar üretme yönünde çağrıda bulunmuştum.
Herkesin hayat standartlarının yükseltilmesinin, gelir dağılımında adaletsizliğin ve kentsel-kırsal gelişmişlik farlılıklarının giderilmesinin önemine işaret etmiştim.
Nihayet, halkların geleceklerine sahip çıkmalarını teminen siyasi katılıma izin vermeleri ve katılımı genişletmeleri yönünde muhataplarımı cesaretlendirmiştim.
O zamandan beri, Arap Birliği’nden Birleşmiş Milletler’e kadar çok çeşitli uluslararası platformda bu çağrılarımı yineledim. Tunus’taki olaylar ortaya çıkmadan daha bir ay önce, Oxford Üniversitesi’nde ‘İslam Dünyası’nda Demokrasi ve Kalkınma’ konulu bir konuşma yapmıştım.
Ne var ki, bazı ülkelerde atılan belli adımlara rağmen, demokrasiyi konsolide edecek gerçek bir reform sürecini harekete geçirmek mümkün olamamıştır.
Çoğu kez, bu durum, iktidarların dar görüşlü ve şüpheci politikalarından kaynaklanmıştır.
Ayrıca, uluslararası toplumun nüfuzlu üyeleri, köktenci rejimlerin iktidara gelebileceği korkusuyla, statükoyu değişime tercih ettiler.
Bu ülkeler, Orta Doğu toplumlarının, gerçek bir demokrasi yeterli olgunluğa sahip olmadıklarını düşünüyorlardı. Maalesef, Orta Doğu’da kendilerine dost ama demokratik olmayan yönetimleri tercihe şayan gördüler.
Ancak bütün bunlar artık değişiyor. Bir kez daha tarih atılan veya atılmayan adımlardan daha hızlı akmıştır.
Tarihin doğal akışı düşünüldüğünde, esasen bu bölgede geç bile kalınmış, ancak çok kuvvetli ve geri döndürülemeyecek bir süreçtir.
Bölgede şu anda meydana gelen bu değişim dinamikleri, Avrupa’daki 1848 devrimleri ile Doğu ve Orta Avrupa’da yaşanan 1989 olaylarını çağrıştırmaktadır.
Bölge halkları, nihayet geleceklerini kendi ellerine almaya ve tarihi yakalamaya karar vermişlerdir.
Tunus’tan Mısır’a, Libya’dan Yemen’e kadar insanlar artık seslerini yükseltmekten, meşru taleplerini dile getirmekten ve hükümetlerini asıl mecrasına yönlendirmekten çekinmiyorlar. Nihayet korku ortadan kaybolmuştur.
Bugün, burada, İslam’ın demokrasiyle uyumlu olmadığını iddia eden herkesi yanıldıklarını kabul etmeye davet ediyorum.
Zira, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın cesur halkları, demokrasi, temel hak ve özgürlükler, şeffaflık ve hesap verilebilirlik gibi evrensel değerler çerçevesinde taleplerini güçlü bir şekilde ilan etmek suretiyle, bu iddiaların yanlışlığını ispatlamışlardır.
Elbette, bazıları ‘Neden şimdi ? Bu olayları ne tetikledi ?’ gibi soruları saatlerce tartışabilirler.
Kimileri, sebep olarak teknolojinin rolünü ileri sürerken, kimileri aşırı genç nüfus ve işsizlik gibi sosyo-ekonomik sebeplere işaret edebilir ve bazıları ise bütün bu olup bitenlerin arkasında bir yabancı devletin parmağını arayabilirler.
Ama unutmamak gerekir ki, bu halklar, sadece yukarıda saydığım evrensel değerler ve haklı talepleri adına değil aynı zamanda uzun süreden beri bastırılmış olan milli gurur ve saygınlıklarını yeniden elde etmek için de isyan etmişlerdir.
Değişime hangi saik yol açmış olursa olsun, artık bu bir tercih olmaktan çıkmış ve artık kale alınması gereken bir realite haline gelmiştir.
Hepsinin amacı ortaktır.
Tunus’taki Yasemin Devrimi’ne yön verenlerin ya da Mısır’da Tahrir Meydanı’nı dolduran ya da başka yerlerde sokaklara dökülen bu insanların hepsi onurlu, huzur ve istikrar içinde bir hayat istemektedirler.
Geçen ay, devrimden sonra Mısır’ı ziyaret eden ilk devlet başkanı ben oldum. Ziyaretim sırasında, sadece şu anki yönetimi oluşturan liderlerle değil, Tahrir Meydanı’nı dolduran çok sayıda siyasi grubun temsilcileriyle de görüştüm.
En önemlisi de, Mısır’da bu ayaklanmayı ateşleyen gençlik liderleriyle de biraraya geldim.
Şu ana kadar başarmış olduklarına dair coşkunun devam ettiğini görmek beni çok etkiledi, ancak daha etkileyici olanı, gelecekte başaracaklarına dair taşıdıkları inanç ve arzuydu.
Artık, tarih kitaplarında kalan görkemli hikayeleri okumak istemeyen bu insanlar, sorunların değil küresel çapta çözümlerin bir parçası olacak demokratik bir ülkenin eşit vatandaşları olmayı arzu ediyorlar.
Bu itibarla, halihazırda, değişim dinamiklerini Orta Doğu’da ve Dünya’da özgürlük, demokrasi, barış ve refaha nasıl tahvil edeceğimiz konusunda yoğunlaşmalıyız.
Elbette, en büyük sorumluluk en başta bölge ülkelerine düşüyor. Bu süreçte, itici güç onlar olmalıdır.
Büyük ölçüde, gelecek olayların seyrini, rejimlerin bu yeni dinamiklere verecekleri tepki belirleyecektir.
Ya reform sürecini başlatacaklar, ya bu esen fırtınayı isteksiz attıkları adımlarla geçiştirmeye çalışacak ya da daha kötüsü, bastırmaya çalışacaklar.
Son iki yolu seçenler kesinlikle kaybedenlerden olacaktır. Bu esasen, bir yanda Tunus ve Mısır’daki durumla, Libya’da yaşananlar arasındaki farkı göstermektedir.
Benzer şekilde, halkın azmi ve devrimin ruhunu gerçek bir demokrasi inşasına yönelik rasyonel ve uygun adımlara tahvil etme yeteneği de bu süreçte belirleyici olacaktır.
Tunus ve Mısır’da, umut vadeden bir başlangıç yapılmıştır.
Diğer taraftan, Libya’da şahit olduklarımız tek kelimeyle trajik olup, her şeyden önce devrim ruhuna ve mantığına ters düşmektedir.
En başından beri, Libyalı liderlere kan dökülmesine müsaade etmemeleri, düzenli ve demokratik geçiş sürecine yol açmalarını çağrısında bulunduk.
Ne yazık ki, bu çağrımıza kulak verilmedi ve bugün bu ülkede bir uzun sürecek bir iç savaş ihtimaliyle karşı karşıya bulunuyoruz.
Dolayısıyla, akan kanın durdurulması, Libya halkına diyalog, uzlaşma ve konsensüs yoluyla kendi kaderini tayin etmesi fırsatı verilmesi önceliğimiz olmalıdır. Libya halkı çok sevdikleri ülkelerinin iç çatışma ve dış müdahalelerle harab edilmesine ve ülkenin kaynaklarının tüketilmesine izin vermemelidir.
İşte tam da bu yüzden, Libya halkının meşru taleplerine çözüm bulma gerekliliğini vurgulayan BM Güvenlik Konseyi’nin 1970 ve 1973 sayılı kararlarını destekledik.
Kıymetli misafirler,
Bahreyn ve Yemen’de meydana gelebilecek bir mezhep çatışması son derece tehlikelidir.
Bu tür olumsuz bir gelişme, bütün bölgeyi savaş alanına dönüştürebilir. Bundan dolayı, hiç bir surette buna müsaade edilmemelidir.
Bu nedenle, iktidarların ve muhalefetin gerçek liderlik sergilemesi zamanıdır.
Muhalif gruplar, diyalog ve barışçı yollardan kesinlikle sapmamalıdır.
Hükümetler, halkların meşru taleplerine kulak vermekle kalmamalı aynı zamanda bu taleplere göre hareket etmelidir.
Bu arada, bizlerin de onların bu arzularını meşru zeminde gerçekleştirebilmelerine yardımcı olmak gibi tarihi bir sorumluluğumuz var.
Ancak, oynayacağımız bu rol, talep edildiğinde yardım ve rehberlik etmek mahiyetinde olmalıdır.
Hiçbir şekilde meseleye aşırı müdahalede bulunmak suretiyle bu konuda halkların insiyatif kullanma haklarını ellerinden almamalıyız.
Bu anlayışla, tüm dostlarımıza bu ülkelere üç hususta yardım ve destek vermeleri konusunda çağrıda bulunmak istiyorum.
Bu ülkeler, üç aşamalı bir restorasyon sürecinden geçmelidir.
Bu aşamalardan ilkini, kamu düzeninin yeniden kurulması oluşturmaktadır.
İkincisi, yaşabilir bir demokratik düzeni teminat altına alacak siyasi ve anayasal çerçevenin ihdas edilmesidir.
Hiç şüphesiz, işleyen bir demokrasi, ekonomik kalkınma ve etkili bir kapasite inşasıyla kol kola gider.
Uluslararası toplum, bu açıdan, Avrupa için 2. Dünya Savaşı’ndan sonra oluşturulan Marshall Planı mertebesinde kapsamlı bir ekonomik restorasyon planı başlatmalıdır.
Esas üzerinde durmamız gereken husus halkın güçlendirilmesidir. Bunu da hukukun üstünlüğü ilkesini, çoğulculuğu, insan haklarına saygıyı ve yönetimlerin hesap verebilirliği teminat altına alacak gerekli tüm norm ve kurumları hayata geçirmeleri için bu halklara destek vererek gerçekleştirebiliriz.
Buna bağlamda, serbest ve adil seçimler son derece önem arzetmektedir. Ne var ki, bunlar tek başına demokrasiyi getirmez.
Düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğüne güçlü anayasal teminatlar sağlanması, “Pirus zaferi” gibi bir durum yaratmadan seçimlerden maksimum faydanın elde edilmesi için aynı ölçüde önemlidir.
Türkiye ve Endonezya’nın, değişim dinamiklerini barış ve demokrasiye dönüştürmedeki destekleri bağlamında, şüphe yok ki, çok özel ve önemli bir rolleri olacaktır.
İslam Dünyası’nın iki uçunda iki parlak başarı öyküsünü temsil eden ülkelerimiz, benzer bir yolu izlemek arzusuna sahip olanlar için birer ilham kaynağı teşkil etmektedirler.
Bu açıdan, biz işleyen bir demokrasinin hem mümkün hem de arzulanan bir şey olduğu kanaatini güçlendiriyoruz.
Diğer bir deyişle, sadece varlığımızla, reform için bir katalizör işlevi görmekteyiz.
Aynı zamanda, Türkiye ve Endonezya’nın, bu ülkeler için bir rol model olarak gösterildiğinin de farkındayız.
Ancak, inanıyoruz ki hiçbir ülke bir diğeri için model olamaz. Her ülke, demokrasi yolunda ilerlerken kendi dengesini ve yönünü bulmak zorundadır.
Diğer taraftan, Türkiye olarak bizim Orta Doğu’yla ve Arap Dünyası’yla, ortak tarih, inanç ve geleneklerden neşet eden çok özel bağlarımız vardır.
Dolayısıyla, bu ülkelere, demokrasi yolculuklarında yardım ederken, bu sorumlulukla hareket edeceğiz.
Dahası, hükümetimizin, en başından beri sergilediği cesur ve ilkeli tutum, insanların meşru taleplerini desteklemesi ve reform çağrıları yapması, Türkiye’nin bölge halklarının akıl ve kalplerinde çok özel bir yer kazanmasına sebep olmuştur.
Bu özel konumumuzu, herkesin faydasına olacak şekilde değerlendirmeye kararlıyız.
Halkın sivil toplum örgütlenmesi vasıtasıyla güçlendirilmesi, Türkiye’nin sürece sağlayacağı bir diğer katma değeri oluşturmaktadır.
Endonezya ise, geçiş sürecindeki ülkeler için, ‘çeşitlilik içinde birlik’ ya da anayasanızdaki ifadeyle ‘Bhinneka Tunggal Ika’ kavramı meyanında mükemmel bir örnek teşkil etmektedir. Özellikle de farklı din, dil, mezhep veya etnik kimliğe sahip gruplar arasında barış içinde birlikte yaşama ve uyum arayışında bulunan ülkeler için…
Ancak, bunu kendi modelimizi empoze etmeden ve insanların tercihlerine saygı göstererek yapacağız.
Elbette, değişim dinamiklerini desteklenmesi noktasında sadece Müslüman ülkeler ön planda olmamalıdır.
Batı’nın da bu hususta payına düşen sorumluluğu vardır.
Ne de olsa, demokrasi, din ya da etnisite ile alakalı değil, kurumlarla ilgili bir kavramdır. Dolayısıyla, böyle bir kurum inşasında her türlü tecrübe değerlidir.
Batı için geçmişin (ve sömürgeciliğin) acı hatıralarını silme ve samimi bir şekilde yardım elini uzatma vakti gelmiştir.
Ancak, bu yardım elini uzatırken, küçük çıkar hesaplarından kaçınmalı ve kendi doğru ve yanlışlarını empoze etmemelilerdir.
Batı’nın bu halklara örnek olması gerekmektedir. Dolayısıyla, vaz’ettikleri değerleri en başta kendi ülkelerinde uygulamalıdırlar.
Avrupa’nın, İslamofobik eğilimleri bulunan aşırı sağa meylettiğini dikkate aldığımızda, Orta Doğu halklarının kendilerini inançlarından dolayı dışlanmış hissetmesi en kötü senaryoyu oluşturacaktır.
Dolayısıyla, Batı Dünyası’nda da gerçek liderlik sergilenmesinin zamanıdır.
Öte yandan, ABD’de Kur’an-ı Kerim’in yakılmasının tetiklediği gerginlikten de son derece endişeli olduğumu belirtmeliyim.
Bu tür meczup tahriklere tarih boyunca her zaman rastlanmıştır. Müslümanlar olarak bizler, şiddete başvurmadan, meşru vasıtaları kullanarak, hem kendi dinimizin hem de diğer dinlerin kutsiyetini korumak için çaba göstermeliyiz.
Kıymetli Misafirler,
Bu tarihi olaylar, hala bölgede kaynamaya devam eden temel meselelerden birini unutturmamalıdır: Arap-İsrail ihtilafı.
Orta Doğu’da kalıcı barış, dünyada huzurlu ve istikrarlı bir geleceğin anahtarıdır.
Filistin halkının dramı, bölgedeki kargaşa ve çatışmaların temel sebebidir. Bu sorun, dünyanın çeşitli bölgelerinde aşırıcıların eylemlerini haklı göstermek için kullanılmaktadır.
Değişmediği takdirde bu durum, bölgenin hatta tüm dünyanın barış ve refah içinde yaşama umutlarını yok etme potansiyeline sahiptir.
Halbuki, bu kökleşmiş ihtilafın çözümüne yönelik her adımın, reform dinamikleri üzerinde son derece müspet yansımaları olacaktır.
Bölgedeki, yeni siyasi iklimi en dikkatli takip ve analiz etmesi, kendini buna uyarlaması gereken tek bir ülke vardır. Bu ülke, tabii ki İsrail’dir.
İnanıyorum ki, er ya da geç, Orta Doğu demokratik bir bölge olacaktır. Tarih, defaatle göstermiştir ki, gerçek, adil ve kalıcı bir barış, iktidar elitleriyle değil ancak halklar arasında tesis edilebilir.
Demokratik bir yönetim, kitleler tarafından adaletsiz, haysiyetsiz ve aşağılayıcı olarak algılanan hiç bir dış politikayı uygulayamaz.
Bundan dolayı, İsrail’in Filistinliler ve Arap Dünyası’yla kalıcı bir barış tesis etmesinin vakti çoktan gelmiştir.
Uluslararası toplum da İsrail hükümetine, illegal yerleşimi durdurması, Gazze politikasını değiştirmesi ve anlamlı görüşmelere başlaması konusunda ısrarla çağrıda bulunmalıdır.
Buna paralel olarak, Filistinli liderler de bölgede devam gelişmelerden gerekli dersleri çıkarmalıdırlar.
Filistin halkının dostları için, onları, varlıklarını tehdit eden şartlara rağmen dağınıklık içinde görmek son derece üzücüdür.
Sevgili Dostlarım,
Sonuç olarak, Orta Doğu’daki değişim dinamikleri ve bu dinamiklerin nasıl olumlu sonuçlara tahvil edilebileceği hakkındaki düşüncelerimi sizlerle paylaşmaktan duyduğum memnuniyeti ifade etmeme izin verin lütfen.
Bu vesileyle, Endonezya’nın, ülkeyi 12 yıl önce başarılı bir demokrasi ve işleyen bir piyasa ekonomisine dönüştürme yolunda sergilediği vizyonu takdirle karşıladığımı ifade etmek isterim.
Kaydettiğiniz başarılar, Orta Doğu’da halkları parlak bir geleceğin beklediğine dair güçlü inancımı daha da pekiştirmektedir. Bununla birlikte, bölgede müspet neticelerin ivedilikle alınması, şimdi, daha fazla gecikmeden atacağımız acil ve etkili adımlara bağlı olacaktır.
Teşekkür ederim.