Değerli Konuklar,
Türk İş Dünyasının Çok Seçkin İş Adamları,
Sayın Cumhurbaşkanı Süleyman Beyle, kendisiyle biz ilk defa böyle bir aradayız. Beraber olmaktan gerçekten büyük bir memnuniyet duyuyorum ve Sayın Cumhurbaşkanı’na sağlık, sıhhat ve afiyet diliyorum.
Bugün sizlerle beraber olmaktan, gerçekten büyük bir mutluluk duyuyorum. Bundan bir süre önce TÜSİAD’ın ilk başkanı Feyyaz Bey ve Yüksek İstişare Konseyi’nin üyesi başkanlar ziyaret edip davet ettiklerinde, büyük bir memnuniyetle kabul ettim gerçekten. Çünkü Türkiye’nin kalkınmasında, Türkiye’nin bu noktaya gelmesinde en büyük katkıları olanlarsınız siz.
40 yıl, önemli bir zaman periyodu. 40 yıl sadece TÜSİAD’ın tarihi değil, aslında Türkiye’nin siyasi, ekonomik tarihi aynı zamanda. 40 yıllık periyot içerisinde çok inişler oldu, çok çıkışlar oldu. Bütün bunları da belki değerlendirme, bütün bunları da şöyle gözden geçirmek için bunun iyi bir fırsat olduğu kanaatindeyim.
TÜSİAD, kurulduğu günden bu yana, sivil toplum örgütü olarak da Türkiye’ye çok örnek oldu. Birçok diğer örgütler, sizleri örnek aldılar, ama sizin burada açıkça çok takdir ettiğim ve paylaşmak istediğim hususunuz, çok katılımcı bir şekilde, demokratik bir şekilde çalıştınız. Başkanlarınız, hepsi güçlü güçlü başkanlar oldu, hepsi gerçek başkanlar oldu, iki tane kadın başkan çıkarttınız. Yeri geldiğinde, doğru bildiklerinizi gayet cesur bir şekilde de önerdiniz, tekliflerinizi yaptınız ve bütün bunları yaparken de sadece üyelerinizin çıkarlarını, menfaatlerini düşünen bir dernek olmanın ötesinde, Türkiye’nin önemli meselelerinde, Türkiye’nin önemli konularında fikir beyan eden ve onları yeri geldiğinde güçlü bir şekilde söyleme cesaretini gösteren bir kuruluş da oldunuz. Bundan dolayı doğrusu gerçekten tebriklerimi ve takdirlerimi burada paylaşmak istiyorum.
Bugünlerde yine görüyorum, anayasayla ilgili yaptığınız çalışmalar, bütün bunların hepsinin çok değerli olduğu kanaatindeyim.
Tabii 40 yıl içerisinde Türkiye çok değişti, çok ilerledi. 40 yıl önceki Türkiye manzarasıyla bugünkü Türkiye manzarası çok farklı. Şehirlerimiz farklı, altyapımız farklı, ekonomimiz bugün güçlü bir şekilde ayakta duruyor. Dünyanın 16. büyük ekonomisi, Avrupa’nın 6. büyük ekonomisi olmanın hem gururunu hem övüncünü tabii hep beraber yaşıyoruz. Şüphesiz ki, birçok ortamda bunları sıklıkla anlatırız ve övünürüz. Ama belki 40 yıllık bir dönem olduğu için, kendimize şöyle bir soru da sormak durumundayız. Gerçekten millet olarak, ülke olarak yeteri kadar başarılı mıyız, yeteri kadar başarılı olabildik mi 40 yıl içerisinde? 40 yıl, 1971 yılında kuruldunuz siz. 70’ten bu yana şöyle baktığımızda, kendimizi acaba başka ülkelerle mukayese ettiğimizde, nasıl bir durumdayız? Tabii ki başarının ortaya çıkması için mukayese çok önemli. Yoksa göreceli olarak başarıdan ancak bahsedebilirsiniz. Yanınızdaki başka bir sanayici çok fazla kazanırken, siz onun yarısını kazandıysanız, “Ben kazandım” diye açıkçası övünseniz de bir noktada, alternatifini düşündüğünüzde, yeteri kadar başarılı olmadığınızı da görürsünüz.
Bu anlamda her zaman düşünürüm; “Türkiye’yi nasıl değerlendirebiliriz, nasıl mukayese edebiliriz, kiminle edebiliriz?” diye. Avrupa’yla mukayese etmek anlamsız, çünkü Sanayi Devrimi orada oldu. Amerika’yla mukayese etmek yine anlamsız, çünkü bütün büyük teknoloji, her şey orada, bilimin merkezi oldular. “O zaman belki Türkiye’yi başka bir ülkeyle mukayese etmek gerekir” diye düşündüğümde, geçen sene de ziyaret ettiğim Güney Kore aklıma gelir.
Rakamlara şöyle baktığımızda, 1971 yılında, 70 yılında, aslında bizim gayrisafi yurtiçi hâsılamız Kore’den daha yüksek. Bizim o zaman baktığımızda, 20 milyar dolar civarında olan gayrisafi milli hâsılamıza karşı, Kore’nin 9 milyar dolar gayrisafi milli hâsılasını görüyoruz. Fert başına düşen milli gelire baktığımızda da bizimki 550 dolar civarında, onlarınki 230 dolar civarında.
80’li yıllara geldiğimizde bile Türkiye’nin gayrisafi milli hâsılası 65 milyar dolar, Kore’ninki 63 milyar dolar. Yani 80 yılında bile biz milli gelir olarak onlardan daha büyük bir durumdayız. Maalesef 90’lı ve 2000’li yıllara geldiğimizde, bu farkın giderek çok büyüdüğünü ve 2000’li yıllarda bizim 170, onların 517 milyar dolar; 2008’de bizim 735 milyar dolara nihayet ulaşıp, onların da 930’lu milyar dolarda kaldığını görüyoruz.
Bütün bunu söylerken, tabii ki bunların birçok sebepleri var. Tabii ki 1970’li yıllarda Türkiye’nin yaşadığı ideolojik kavgalar, Türkiye’nin yaşadığı ideolojik amaçlı büyük grevler; siz sanayiciler buradasınız, bunları hep yaşadınız. 1980 yılındaki ara dönem, müdahaleler. 1990’lı yılların da, çok anlamsız koalisyon mücadeleleri, çekişmeleri, Türkiye’de büyük istikrarsızlıklar doğurdu. Bunun neticesinde enerjimizi topyekûn, ülkenin kalkınmasına vermemiz mümkün olmadı.
Bugün geldiğimiz durumda, Türkiye’nin 9 bin dolar civarında olan fert başına milli gelirine karşı, mukayese ettiğim ülkenin 19 bin dolarlık fert başına düşen geliri var. Dünyanın en büyük gemi üreticisi firmaları, dünyanın ikinci büyük çelik üreticisi, dünyanın en büyük çip, TV ekran üreticileri bu ülkeden, mukayese ettiğimiz ülkeden çıkmış vaziyette.
Dolayısıyla, bizim övünebileceğimiz çok şeylerimiz var, dediğim gibi. Türkiye’nin 40 yıl önceki manzarasıyla bugünkü manzarası inanılmaz bir şekilde farklı. Ama 40 yıl içerisinde bataklıktan tamamen yok olmuş, hatta bizim gidip de kurtardığımız bir ülkenin geldiği durumla mukayese ettiğimizdeyse, kayıp yıllarımızı telafi etmek için çok daha fazla çalışma azmi içerisinde olmamız gerektiğini de burada ifade etmek isterim.
Enerjimizin kalkınmaya değil, iç çekişmelere gittiği çok dönemleri yaşadık, demin söylediğim gibi. Bazen iki adım ileri gidip bir adım geri gittiğimiz dönemler bütün bunlar. Şimdi çok şükür bunları biraz geride bırakmış vaziyetteyiz; deminki rakamlardan da hep beraber görüyoruz; kendi cirolarınızdan da hep beraber görüyorsunuz. Enflasyon-faiz sarmalı içerisinde hesap yapamadığınız, bu sarmal içerisinde büyük projeler planlar yapamadığınız, faaliyet alanı dışında esas kazançlarınızı elde ettiğiniz dönemler artık geride kaldı.
Türkiye son yıllarda çok köklü siyasi ve ekonomik reformlardan geçti. Bu siyasi ve ekonomik reformlar bugün Türkiye’yi dünyanın 16. ve Avrupa’nın 6. büyük ekonomisi yaptı. Büyük ekonomik buhrandan sonra, dünyanın ikinci büyük ekonomik buhranını 2 sene önce yaşandı. Ama bu buhranın içerisinde yine gemisi sağlam kalan ülkelerden birisi oldu Türkiye ve bu krizden de süratli bir şekilde çıkabilen bir ülke oldu. Bütün bunlar, köklü reformların, siyasi ve ekonomik reformların neticesinde oldu.
Daha yapacak çok şeyimiz var. Unutmayalım ki, İstanbul aynı İstanbul’du, İstanbul Boğazı aynı İstanbul Boğazıydı, Türkiye’nin zenginlikleri de Türkiye’deydi, ama Türkiye’ye yılda 1 milyar dolar bile yabancı sermaye gelmiyordu. Bu reformları yaptıktan sonra, hukukun güvencesini, yerli-yabancı herkese sunduktan sonra, kriz döneminde bile Türkiye’ye 20 milyar dolar yabancı sermaye gelebildi. Bir A4 kâğıdı büyüklüğündeki Türkiye Cumhuriyeti tapusuna güvenip, milyarlarca doları getirip Türkiye’ye, herkes, -Doğu’dan da, Batı’dan da- yatırabilir hale geldi.
Bunları yaparken, bu reformları yaparken, Türkiye’nin bugün çalışan bir piyasa ekonomisine sahip olmasına, en büyük, belki de dinamik etkiyi veren, Avrupa Birliği süreci oldu. Bu noktada TÜSİAD’ın Avrupa Birliği’yle ilgili çalışmalarını hatırlamamak mümkün değil tabii. Bu konudaki kararlılığı ve ısrarcı tavrınızı da burada tekrar takdirle karşıladığımı ifade etmek istiyorum.
Ülkemizin 2004 Zirve kararıyla 2005 yılında fiili müzakerelere başlaması, aslında Türkiye’nin gerçek transformasyon sürecinin başlaması oldu. Bu süreçte belki çok mesafe alamıyoruz. “Kıbrıs çerçevesinde bazı fasıllar, Fransa’nın anlamsız davranışları yüzünden ipotek altına alındı” diyebilirsiniz. Bana göre bunların hiç anlamı yok. Yeter ki, biz kararlı olalım. Çünkü müzakereler başladıktan sonra en önemli adım, tarama sürecinin yapılması ve bitirilmesiydi. Avrupa Birliği’yle tarama süreciyse, Türkiye fotoğrafıyla ulaşmak istediğimiz standartların fotoğrafının yan yana konması ve Türkiye’nin daha neler yapması gerekiyor, hangi sektörde, hangi alanda ne yapacak, bunların tespitiydi. Bütün bunlar tespit edildi. Bütün bunlar, bugün Baklanlar Kurulu’nun önünde aslında. Türkiye hangi yasaları değiştirecek, hangi kararnameleri çıkartacak, hangi düzenlemeleri yapacak; bütün bunlar belli. Dolayısıyla, işin formülü, tabiri caizse, elimizde.
Şimdi biz bu kararlılığı göstererek, resmi düzeyde devam etmese bile, fiili olarak bu fasılları açıp kapatma iradesini göstermemiz lâzım. Bunu yaptığımız süre içerisinde, Türkiye’nin cazibesi ve gücü, çok daha farklı olacaktır, kesinlikle. Türkiye bir taraftan Avrupa Birliği yolunda yol alırken, kendi hinterlandı, kendi coğrafyası, kendi komşuları; tarihi, kültürel ilişki içinde olduğu ülkelerle ağırlığı daha çok artacak. Onlarla olan ilişkileri geliştiği süre içerisinde de, Avrupa Birliği’nde daha güçlü duruma gelecektir.
O bakımdan, kararlılıkla yola devam etmemiz gerekmektedir. Avrupa Birliği’nin birçok üyesinin veya bazılarının engellemeleri söz konusu oldu. Bizim için esas hedef, o standartlara ulaşmaktır. Belki o standartlara ulaştıktan sonra, Türkiye, Norveç’in yaptığını yapacaktır; bu ayrı bir konu. Ama o güne kadar Türkiye’nin kararlı bir şekilde bu yolda sağlam ilerlemesi gerektiğine inanıyorum.
Türkiye’nin önü çok açık gerçekten. Demin söylediğim gibi, büyük başarılar var. 1973 yılında Türkiye 1 milyar dolar ihracat yaptığında büyük bayramlar yapılmıştı, ben o zaman fakültedeydim, İktisat Fakültesindeydim ve o zamanlar bize karma ekonominin ne büyük sistem olduğu anlatılıyordu, bunları çok iyi hatırlıyorum. Hatta 1971 yılında, sizin kuruluş beyannamenizde, karma ekonomik sisteme olan sadakatinizden bahsediyorsunuz; yani Türkiye o gün öyleydi.
Bugün ise her şey değişti, bugün devletin fonksiyonları tekrar yerine kondu, özelleştirme süratli bir şekilde oldu. Türkiye, dünyayla bütünleşti ve bu bütünleşme içerisinden aldıkları oldu, verdikleri oldu ve bugün işte kriz döneminde bile 100 milyar doların üzerinde ihracat yapan, 130 milyara yakın ihracatı olan bir ülke olduk.
Şimdi Türkiye’nin yeni bir döneme girmesi gerekiyor. Bu yeni döneme girerken, Türkiye’nin önünde çeşitli riskler de var. Bu riskleri de görmemiz gerekiyor.
Büyük fırsatlar, büyük avantajlar varken; bunlardan bazıları siyasi alanla ilgili. Bu da temel hak ve özgürlükleri; en modern, kalkınmış bir ülkede nasıl olacaksa, kararlı bir şekilde yükseltip, o seviyeye getirip, Türkiye’nin içerisinde, kimimizin terör, kimimizin Kürt, kimimizin başka isimler verdiğimiz bu meseleleri ve diğer meseleleri, büyük bir özgüven içerisinde çözmek ve bitirmek. Bunları yaparken, terörde ısrarcı olanlar varsa, onlar daha çok izole olacağı için de, onlarla mücadele daha kolay olacaktır.
Dış politikada da gördüğüm iki önemli yine problem var; birisi Kıbrıs bağlamındadır. Bu konuda 2004 referandumuyla değiştirdiğimiz politikaya kararlı bir şekilde devam etmemiz gerektiğine inanıyorum. Yani çözümde ısrar eden ve daima çözüm için masadan kaçmayan, oturan ve bugüne kadar eğer bir çözüm olmadıysa, bunun sorumluluğunun Türkiye’de ve Kıbrıs Türklerinde olmadığını gösteren politikalardır.
İkinci bir alan da Kafkaslardaki statükodur. Kafkaslardaki bugünkü statükonun da, Kafkaslarda hiç kimsenin işine yaramadığını da herkesin görmesi gerekir ve onun için bu konularda yoğun bir çabanın gerektiğine inanıyorum.
Bizim şöyle bir geleneğimiz veyahut da bir âdetimiz var: Önemli sorunları erteleme veya da bunları görmemek. Ama bunlar ileride kronikleşiyor. Bunlar daha büyük sorunlar olarak gelecek nesillerin üstüne yıkılıyor. Onun için, Türkiye’nin, hepimizin, gerek devlet görevlilerinin, gerek sivil toplumda önder olan herkesin, kararlı şekilde bu konularda fikir üretmesi ve yapıcı bir tavır içerisinde olmasının çok gerekli olduğuna inanıyorum.
Ekonomide şüphesiz ki, çok büyük başarılar söz konusu olurken, üretim tarafını da ihmal etmememiz gerekmektedir. Bugün İhracatçılar Meclisi’nde konuşurken, ihracatta 500 milyar dolar hedef konduğunu gördüm, ama 500 milyar dolar hedef yapmak için önce üretmek gerekmektedir.
Türkiye gibi büyük bir ülkede, üretimin çok önemli olduğuna inanıyorum. Nüfusu büyük, coğrafyası büyük; bütün bunlardan da öteye siyasi anlamı, derinliği büyük olan bir ülkenin muhakkak üretim alanında çok güçlü olması gerekmektedir. Üretimi de, tabii ki eskiden “hafif sanayi, ağır sanayi” derken, bugün bilime dayalı, araştırmaya dayalı, üniversitelerle işbirliği içerisinde, sadece teknolojiyi transfer eden değil, teknolojiyi üreten bir ülke olma yolunda da süratli gelişmemiz gerekmektedir. Bu konuda iyi şeylerin olduğunu da hep beraber görüyoruz.
Araştırma ve geliştirmeye Türkiye önemli fonlar ayırmaya başladı. Üniversiteler enerjilerini tekrar bu yönde toparlamaya başladı. O bakımdan, çok ümitliyim.
Son olarak, uzatmadan, şunu söylemek istiyorum: Füzeler fırlatılırken bir ateşlenir, bir de atmosferi çıkarken ikinci kez kendisini ateşler ve yeni bir yörüngeye oturur. Türkiye’nin de, yeni bir yörüngeye artık oturması lâzım. Bunun için yeni bir anayasa Türkiye için gerekli. Bunu hep beraber konuşuyoruz. Bunda büyük bir mutabakat var.
Maalesef daha önceki anayasalarımız, hep olağanüstü dönemlerde yazıldığı için, hep tepkisel oldu, reaksiyonel oldu ve hep kısıtlayıcı oldu. Onun için anayasalarımız çok uzun uzun yazıldı. Uzun anayasa yazarsanız, aslında kısıtladığınızı gösterirsiniz. Bireyi öncelikli hedef alan ve büyük bir özgüven içerisinde bu anayasanın hazırlanabileceğine inanıyorum.
Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olması açısından, Türkiye’de çok büyük, neredeyse tam bir konsensüs olduğuna inanıyorum. Düşünün ki, önemli siyasi akımlardan, önemli siyasi partilerden birisi, bu söylediğim demokratik, laik, sosyal hukuk prensiplerinin dışında düşünceleri olsaydı ki olabilir, başka ülkelerde var. Türkiye’nin bütün büyük siyasi partileri ve siyasi akımları bu konuda müşterekler.
Dolayısıyla bir anayasa, sivil bir anayasa, daha öz bir anayasa, reaksiyonel olmayan bir anayasa yapılabilir bugün Türkiye’de. Bunun önündeki tek riski de bir metodoloji hatası yapılırsa, orada görürüm açıkçası. Onun için, seçimlerden sonra inanıyorum ki, hep beraber bu gerçekleşir, bir metot hatası yapmadan. Bazen usulün esastan önce olduğunu hepimiz söyleriz.
Daha katılımcı, herkesi işin içine katarak, herkesin sahiplenebileceği, ama cesur, özgüven içerisinde bir anayasanın yapılabileceğine inanıyorum. Bu sadece siyasi partilerimize düşen bir görev değil, aynı zamanda sivil toplum örgütlerine, Türkiye’nin bütün entelektüellerine düşen bir görevdir.
Türkiye’nin bütün birikimini seferber ederek böyle bir anayasayı yaptığımızda, ülkemizin yeni bir yörüngeye oturacağına ve Türkiye’nin kaybedilen senelerinin süratli bir şekilde tamamlanacağına olan inancım tamdır.
Bu konuda sizlerin çalışmalarınızı yakından takip ediyorum, görüyorum. Bunların hepsine çok teşekkür ediyorum ve hepinize başarılar diliyorum.
Türk sanayiine, Türkiye’ye, Türk iş dünyasına yaptığınız katkılar, şüphesiz ki hiç unutulmayacaktır. Sizler, vergi ödeyen, üreten, ihraç eden, istihdam eden insanlarsınız. Hepinize başarılar diliyorum. Sizin güçlü olmanız, tabii ki Türkiye’nin güçlü olması demektir.
Hepinize iyi akşamlar.