Sayın Başkan,
Değerli Öğrenciler,
Saygıdeğer Misafirler,
Bayanlar Baylar,
Bugün Columbia Üniversitesi'nde sizlere hitap etmek büyük bir mutluluk. Sayın Profosörler, saygıdeğer öğrenciler, sizleri selamlıyor ve bu birlikteliği mümkün kılan herkese teşekkürlerimi iletiyorum.
Bu sabah buraya gelmeden önce, 'Council on Foreign Relations' isimli düşünce kuruluşunda, Türk–Amerikan ilişkileri üzerine bir konuşma gerçekleştirdim. Şimdi, Columbia Üniversitesi'nde, Türkiye özelinde konuşmayı tercih edeceğim.
İlk olarak, Türkiye'de son yıllarda sağlamış olduğumuz ilerlemeden, daha sonra da müreffeh bir gelecek küresel vizyonumuzdan bahsedeceğim. Daha sonra ise sorularınıza cevap vereceğim.
New York'a her gelişimde, yoğun programımdan biraz zaman ayırarak kitapevlerini ziyaret ederim. Böylelikle, hem son çıkan kitaplara göz atmış, hem de bu sayede o sırada hangi konuların tartışıldığını, nasıl tartışıldığını da görme fırsatı yakalamış oluyorum.
Bu ziyaretimde, ilgimi çeken kitaplardan biri Profesör Lee Bollinger'in kaleme aldığı 'Uninhibited, Robust and Wide-open: a Free Press for a New Century' adlı kitap oldu. Bölümleri hızla okudukça, değişik davalardan verdiği örnek vak'aların ifade özgürlüklerinin sınırlarını genişletmek isteyen tüm liderlerin ilgisine mazhar olacak nitelikte olduğunu gördüm.
Profesör Bollinger'ın özgür basının karşı karşıya olduğu tehdidin finansal zorluklardan çok 'haberlerin yapılması ve sunulması esnasında karşı karşıya kalınan ulusal ve uluslararası engeller' olduğu fikrine katılıyorum.
Bollinger ile aynı fikirdeyim. Zaten bu nedenle, bir kısmında siyasi lider olarak da rol aldığım Türkiye'nin son on yılı, ifade özgürlüğü yolunda önemli açılımlara ve özgürleşmelere tanıklık etti. Birçok zorluğa ve toplumumuzun bir kesiminin bu sürece halen şüpheci yaklaşmasına rağmen, Türkiye, ifade özgürlüğünün devletin garantisi altına alınması yolunda büyük adımlar attı. Daha beş yıl öncesine kadar tabu olan bazı konular bugün yüksek sesle tartışılabiliyor. Ancak, ülkemizdeki bu değişimin yurt dışında tam olarak algılanıp algılanmadığı konusunda emin değilim.
Türk medya çevrelerindeki değişimin en somut örneğini 'medya patronluğunun heterojenleşmesi' şeklinde ifade edebileceğim süreç oluşturuyor. Yakın zamana kadar Türk medyası birkaç medya patronunun kontrolündeydi; bu durum söz konusu patronlara gündemi belirleme tekeli sağlıyordu. Bugün çok sayıda medya patronu ve grubu var; her bir grubun ülke gündemini etkileme imkânı ve gücü var.
Türkiye'de bugün çok renkli ve zengin bir medya ortamı mevcut. Kırkın üzerinde ulusal kanal, yüzlerce yerel kanal yayında; bunların büyük çoğunluğu uydu üzerinden dünyaya yayın yapabiliyor. Ulusal gazetelerimizin günlük tirajı 4,5 milyonu buldu – ancak Türkiye'deki medya takip alışkanlıklarını hesaba kattığımızda, bir gazetenin en az altı kişi tarafından okunduğunu biliyoruz. Ayrıca ulusal ve yerel düzeyde yüzlerce radyo kanalı yayın yapıyor.
İnternet altyapısı yaygınlaşıyor ve kullanımı rekorlar kırıyor. İngilizce konuşulan ülkelerin ardından Türkiye en çok Facebook kullanıcısının olduğu ülke. Twitter hesabım sürekli takip ediliyor, tartışılıyor, iktibas ediliyor. Çoğu zaman, Twitter bana gelen raporlara kıyasla daha doğrudan bir kaynak olabiliyor.
Evet, internetle ilgili bazı sorunlarımız yok değil. Az sayıda da olsa, küresel çapta tanınan bazı internet sitelerine Türkiye'den erişilemiyor. Bir kaç gün önce bu konu, burada, New York'ta CNN ile gerçekleştirdiğim mülakat çerçevesinde de soruldu. Orada da şimdi size ifade edeceklerimi anlattım. Bu durum, sansürden kaynaklanmıyor; vergi yasalarındaki yetersizlikten doğan bir durum söz konusu. TBMM ve Hükümeti, bu yasaları olabildiğince hızlı bir biçimde güncellemeleri konusunda teşvik ediyorum. Her zaman olduğu gibi, pratik, teorinin önünde gidiyor. Türkiye, yasalarını güncellemekte gecikmeyecektir.
Güncel bir örnek, bu konuda Türkiye'nin hızlı adımlar attığının kanıtı niteliğinde. Çok da uzun olmayan bir süre öncesine kadar, bırakın farklı bir dilde yayın yapabilmeyi, faklı dillerde konuşma özgürlüğünden bahsetmek bile Türkiye'de kovuşturmaya uğramak için bir neden olabiliyordu. Bu dillerden bir tanesi de Kürtçe. Bugün Kürtçe yayın yapan çok sayıda özel kanalın yanında, bizatihi kamu kuruluşu TRT'nin Kürtçe yayın yapan bir kanalı var – ki TRT'nin Arapça ve farklı Türk dillerinde yayın yapan kanalları da var.
Türkiye'de bugün, herhangi bir engel ve sınırlama olmaksızın, her türlü konudan bahsedebilir ve tartışabilirsiniz. İki yüz yıldır devam eden bir çoğulculuk ve demokrasi evriminin ardından Türkiye, şimdi sorunların açık bir biçimde ele alındığı ve tartışıldığı, sivil toplumun geliştiği, özgürlüklerin, insan haklarının ve hukukun üstünlüğünün hâkim olduğu bir ülke haline geldi.
Ancak, bu noktaya gelmek kolay olmadı. Bedeller ödedik. Türk toplumunun her kesimi zor dönemlerden geçti. Duruşumuzu, geçmişimizi ve yaptıklarımızı sorguladık. Şunu anladık ki; etnik, dinî ve günlük konulardaki tüm farlılıklarımıza rağmen, daha fazla serbestlik ve daha fazla özgürlük ortak paydamız olmalıydı.
Bu ve benzeri örnekler, Türkiye'nin daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük ve hukukun üstünlüğü için çalıştığının güzel kanıtları. Bununla beraber, birkaç hafta önce meydana gelen son gelişme, tüm atılan adımlar arasında en memnuniyet verici ve en önemli olanıydı.
12 Eylül 2010 tarihinde, demokrasimiz için trajik sonuçlar doğurmuş bir askerî darbenin tam da 30. yıl dönümünde, Türk halkı önemli anayasal değişiklikleri kabul etti. Katılım oranının yüzde 77'yi bulduğu referandumda kapsamlı anayasa değişiklik paketi yüzde 58 çoğunlukla Türk milleti tarafından onaylandı.
Entellektüelerden AB komiserlerine, hukukçulardan dünya liderlerine birçok kesimin takdirini kazanan bu düzenlemelerin en önemli hedefleri şunlar: Kişisel özgürlüklerin sınırlarının genişletilmesi, yargı erkinin seçim yöntemlerinin revize edilmesi, sivil ve askerî kurumlar arasındaki ilişkilerin demokratik yöntemle seçilmiş olanların lehine yeniden tanımlanması, vatandaşların kullanabilecekleri demokratik araçların sayısının artırılması ve elbette demokratik katılım düzeyinin yükseltilmesi. Bu referandumun ardından bugün memnuniyetle müşahede ediyorum ki, siyasi partiler arasında tamamen yeni bir anayasa oluşturulması konusundaki mutabakat giderek güçleniyor.
Bugün, liberal düşüncenin beşiklerinden biri olan Columbia Üniversitesi'nde konuşurken, daha demokratik olma yolunda durmaksızın çalışan bir ülkenin cumhurbaşkanı olmaktan dolayı son derece gururluyum.
Türkiye'nin cumhurbaşkanı olarak, biliyorum ki, daha kat etmemiz gereken uzun bir yol var. Demokrasimizin standartlarını yükseltmek, kapsamını genişletmek, demokratik sürece katılımın yollarını artırmak zorundayız. Görevimiz sona ermedi. Türkiye, küresel standartlarda bir demokrasiye sahip olmalı ve rekabet/bilgi temelli küresel ekonominin yarattığı refahtan daha fazla yararlanmalıdır.
Bunları size anlatırken biliyorum ki, bu hedefler doğrultusunda adım attıkça, bugünün sorunları birbiri ardına çözülecektir.
Değerli konuklar,
Bayanlar, baylar,
Soğuk Savaş'ın sona ermesi ile birlikte birçok zorlayıcı konuyla karşı karşıya olduğumuz yeni bir stratejik çerçeve ortaya çıktı. Bunlar arasında, terörizm, ekstremizm, enerji ve gıda güvenliği, doğal felaketler, salgınlar, çatışmalar ve sorunlu bölgelerin yeniden inşası gibi konular var.
Aynı zamanda, küresel ısınma, yoksulluk, küresel mali yapının yeniden oluşturulması, kültürel kutuplaşmanın önlenmesi gibi soyut sorunlar karşısında da ivedi çözümler bulunması gerekliliği her geçen gün daha çok kabul görmektedir.
Daha önce karşılaşılmamış sorunların baş göstermesiyle, önümüzdeki on yıl içerisinde, uluslararası sistem yeni bir dengeye doğru evrilmek zorundadır.
Bu yeni küresel oluşum çerçevesinde, Türkiye, bölgede yapıcı aktör olmaya devam etmektedir ve yaşanabilir yeni bir uluslararası sistemin inşasına olumlu katkılar sağlamaktadır.
Türkiye, Balkanlardan Doğu Akdenize, Kafkaslardan Orta Doğu'ya ve ötesine uzanan çok boyutlu bölgede, önemli bir rol üstlenmiş durumdadır. Bu kendine özgü coğrafi konum Türkiye için hem fırsatlar, hem de zorluklar ihtiva etmektedir.
Zorluklar ve riskleri göğüslerken, bir taraftan fırsatlara sahip olan Türkiye, en önemlisi dinamik ve geleceğe yürüyen nüfus yapısı olmak üzere pek çok değeri barındırmaktadır.
En önemli hedefimiz, halkımıza en yüksek siyasi, ekonomik ve sosyal standartları sağlamaktır.
Bu amacın gerçeğe dönüşmesi süreci, komşu bölgelerde, istikrar ve barışın egemen olmasıyla kolaylaşacaktır.
Bölgemizde, barış, kalkınma ve sosyal adalet için ortak arayışımızın merkezinde insan hakları ve demokrasinin yüceltilmesine yönelik güçlü bir taahhüt söz konusu. Unutmamalıyız ki, insan haklarının korunması ve genişletilmesi, günümüz güvenlik kaygılarının azaltılmasının en önemli unsurudur.
İnsan haklarına saygı, çatışmaları önleyebilir, sürdürülebilir kalkınmaya katkı sağlar ve yoksulluğu azaltma stratejilerini destekler. Hukukun üstünlüğüne bağlılık ve iyi yönetişim, küresel bağlamda istikrar ve kalkınmanın olmazsa olmaz şartıdır.
Bu nedenle, Türkiye, ulusal ve uluslararası gündemi çerçevesinde, öncelik olarak, insan haklarının korunması ve ilerletilmesine büyük önem atfetmektedir. Konuşmama, bu nedenle, ülkemizdeki son gelişmeleri anlatarak başladım.
Küreselleşmenin ortaya çıkardığı zorluklar karşısında en iyi çözümleri demokratik toplumlar ortaya koyabilir. Bunu, çevremizdeki tüm komşularımıza söylüyoruz.
Komşularımız ile sahip olduğumuz kültürel ve tarihî bağlar; derin siyasi, ekonomik ve güvenlik sorunları yaşayan bu milletler nezdinde mesajımızın güvenilirliğini artırmaktadır.
Bu açıdan Ermeni açılımı iyi bir örnek teşkil etmektedir. Hatırlayacağınız gibi, Erivan'a giderek Türkiye ve Ermenistan arasında oynanan futbol maçını izledim. Bu futbol müsabakası, geçmiş değil geleceğe odaklanan bir milat oldu ve Sayın Sarkisyan ile birlikte ortaya koyduğumuz bu miladın daha ileriye taşınacağına dair umudumu taze tutmak istiyorum.
Türkiye, kültürler arası yeteneklerini ön plana çıkararak, birbirine karşı taraflar arasında diyaloğun kurulmasına yardımcı olabilir ve farklı kültürler arasında uyumu sağlayabilir. Bugün Türkiye'nin etkisi olumlu olarak sadece bölgede değil, küresel anlamda hissedilmekte; Türkiye'nin adımları yakından takip edilmektedir. New York'ta geçirmiş olduğum son bir hafta bunun en iyi ispatıdır. Türkiye, ilham kaynağı bir ülkedir.
Değerli konuklar,
Türk milletinin tarihi çok eskilere dayanır; ancak demografik açıdan genç bir milletiz. 72,3 milyon nüfusumuz, orta düzeyde artış oranına sahiptir. Genç, dinamik ve yetenekli nüfusumuz, kalkınma çabalarımız açısından en önemli rekabet avantajımızdır. Türkiye'nin nüfus yapısı hem kendimiz, hem de Avrupa Birliği gibi ortaklarımız için bir değerdir.
Ekonomideki yapısal reform süreci başarılı olmuştur. 2002 yılından bu yana, Türk ekonomisi, iç ve dış şoklara karşı daha dirençli bir yapıya kavuştu. Dünyadaki ekonomik krize rağmen rotasından şaşmadı.
Bu olumlu sonuca ulaşmanın ana faktörleri, 'güven', 'istikrar' ve 'öngörülebilirlik'tir.
Bazı örnekler vereyim:
- Küresel ekonomik krizin baş gösterdiği 2009 yılını hariç tuttuğumuzda, Türkiye, son yedi yıl boyunca yıllık % 7,5 büyüme kaydetti.
- Böylece, hızla 1 trilyon dolar eşiğine yaklaşan gayri safi yurt içi hasılası ile dünyadaki 16. büyük ekonomi oldu.
- 2010 yılının ilk yarısında, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı (OECD) ülkeleri arasında %11 büyüme oranı ile en hızlı büyüyen ülke oldu.
- Toplam ticaret hacmi, 243 milyar dolara ulaştı. Birkaç yıl içerisinde 500 milyar dolar eşiğine ulaşacağız.
- Son dört yıl içerisinde (2006–2010) Türkiye'ye doğrudan dış yatırım 68,4 milyar dolara ulaştı. 2009 yılında dahi gerçekleşen dış yatırım 8,5 milyar dolar seviyesindeydi. 2010 yılının ilk yarısında da 3,2 milyar dolar doğrudan dış yatırım gerçekleşti.
- Türkiye, Avrupa'ya güvenli enerji sağlayan bir ülke haline geldi. Bunu, yeni hatların inşasıyla, değişik kaynaklardan enerji yollarını çeşitlendirerek başardık. Bu hatların kimisi hâlihazırda faal konumda, kimisinin de planlaması yapılmış durumda.
- Turizmde büyük bir hamle söz konusu. 2009 yılında ülkemizi ziyaret eden turist sayısı 27,3 milyon. Bu rakamlar Türkiye'yi en çok ziyaret edilen ilk 10 turizm merkezi arasına yerleştiriyor. 2009 yılında, gelen turist sayısının artış gösterdiği tek ülke Türkiye oldu.
Bütün bu rakamlar ve göstergeler, daha önceden hayal edilememiş rekorları ortaya koyuyor.
Türkiye aynı zamanda, sanat, spor, eğitim ve bilimde gerçekleştirmekte olduğu rönesans ile de adını daha fazla duyurmakta.
New York'taki kitabevlerinde en çok satanlar listesinde bir Türk yazarın kitabı ile karşılaşabilirsiniz. Soho'daki sanat galerilerinde Türk sanatçıların eserleriyle karşılaşmanız da çok muhtemel. Türk filmleri Venedik'te olduğu gibi Sundance'de de boy göstermekte. Türk entellektüel yaşamı sürekli bir ilerleme içerisinde. Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk, geçtiğimiz yıllarda Columbia Üniversitesi'nde ders verdi. Son bir not: İstanbulda gerçekleştirilen Dünya Basketbol Şampiyonası finalinde Amerika Birleşik Devletleri'ne karşı mücadele eden de Türkiye Milli Takımıydı.
Değerli konuklar,
Türkiye güçlü bir NATO üyesidir, Avrupa Birliği ile üyelik müzakereleri yürütmekte olan bir ülkedir, İslam Konferansı Örgütü ve Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü'nün üyesidir, Asya'da İşbirliği ve Güven Artırıcı Önlemler Konferansı'nın dönem başkanıdır, Arap Birliği'nde gözlemci, Afrika Birliği'nin stratejik ortağıdır. Diğer örgütlerle ilişkileri de göz önünde bulundurulduğunda Türkiye, network'ü son derece sağlam bir güçtür. Aynı zamanda Türkiye, şu an Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin dönem başkanlığını yürütüyor. Zirve oturumunda dün başkanlık görevini üstlendim.
Bu vesileyle, beş yıl önce Türkiye ve İspanya tarafından başlatılan Medeniyetler İttifakı'ndan da bahsetmek gerek. Bu platform, Birleşmiş Milletlerin ardından en geniş platform halini aldı.
Bütün çabalarımız, uluslararası topluma kendine özgü katkılarını sunabilen güçlü bir Türkiye inşa edebilmeyi hedef almaktadır.
Şuna inanıyorum ki, adil ve etkin bir küresel düzene giden yol, aynı zamanda yerel bina sütunlarının da güçlü yapılanması ile mümkün kılınabilir. Bu saikle, Türkiye, bölgesel düzeyde, geleceğin şekillenmesi için faal bir rol oynamaktadır.
Kurmuş olduğumuz birçok bölgesel diyalog mekanizması, imzalamış olduğumuz Serbest Ticaret Antlaşmaları, başlattığımız enerji, iletişim ve ulaştırma projeleriyle, Türkiye'nin yakın çevresinde, istikrar, iş birliği ve refah çemberi oluşturmaya başladık.
Birçok farklı bölgesel konunun ayrıntılarına girmeme gerek yok. Ancak, Türk dış politikasının sadece bölgesel konulara odaklanmadığının altını çizmek isterim.
G-20'ye katılımımızla birlikte, daha güçlü bir küresel ekonomik yapının oluşturulması için çabalarken, Türkiye, küresel ısınma ile mücadele, terörizm ve diğer sınır aşan suçlar ile mücadele, sürdürülebilir enerji tedariğinin sağlanması ve yoksulluğun ortadan kaldırılması gibi konularla da yakından ilgileniyor.
Bütün bunlarla birlikte, müzmin sorunlarla mücadele eden az gelişmiş ülkelere gayretli bir biçimde destek olmaktayız. Karşılık beklemeksizin, Türkiye, bağışçı ülke konumunu güçlendirmektedir. Türkiye merkezli sivil toplum örgütlerinin katkıları ile birlikte, ülkemizden sağlanan kalkınma destekleri, yıllık 1,5 milyar doları geçmiş bulunmaktadır.
Bütün bu bilgiler ışığında, Türkiye, insanlığın daha iyiye doğru yol alması için küresel çabalara her bakımdan elinden gelen katkıyı sağlama güdüsüyle hareket etmektedir.
Bu açılardan bakıldığında, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi geçiçi üyesi olarak şu ana kadar yapmış olduğumuz çalışmalar ortadadır.
Bayanlar, baylar;
Demokratikleşme, barışın inşa edilmesi, iş birliği ve ekonomik başarılarla ilgili olarak, şu ana kadar elde ettiğimiz başarılara değindim. Ülkem hakkında konuştum; yaşamın diğer alanlarında elde ettiğimiz başarıları anlattım.
Her geçen gün, Türkiye'nin küresel düzeydeki etkinliği artmaktadır. Türkiye, katkıları ile her düzeyde farklılık oluşturabilecek bir ülkedir. Şimdi, müsadenizle, Türkiye'nin faal bir katılımcısı olacağı, daha müreffeh bir gelecek vizyonunu paylaşmak istiyorum.
Daha müreffeh, adil ve eşitlikçi bir geleceğin oluşturulabilmesi için, her zaman, siyasi ve diplomatik dilin yeniden ele alınması gerekliliğine inandım. Son yıllarda meydana gelen büyük değişimlerin temel sosyolojik tanım ve kategorileri dönüştürmesiyle bu ihtiyaç bugün daha da belirgin bir hale geldi. Herşeyin ötesinde 'devlet'in anlamı değişiyor. Bugün 'devlet' kavramı kendisini yeniden tanımlamak, konumlamak ve 'markalamak' durumunda.
Ebette bu değişim, şu ana kadar ortaya konan uluslararası ilişkiler algısını da etkilemektedir. Bu bağlamda, temel tanımlamalar ve algılar değişmektedir. Küresel politikanın temel mimarisi değişmektedir.
Eski dengeler, ittifaklar ve felsefeler yenileriyle yer değiştiriyor. Eski üyelikler ve uluslararası örgütler önemlerini yitiriyor. Bu nedenle, 'ülkelerin eksen kayması' ile ilgili tartışmalar söz konusu. 'Eksen' kelimesinin anlamının sürekli değiştiği bir zaman diliminde, 'eksen kayması' bir polemikten ibaret hale geliyor.
'Doğu vs Batı' 'Güney vs Kuzey' gibi ayrımlar uygulanabilirliklerini uzun süre önce kaybetti. Aynı şekilde, Birinci Dünya, İkinci Dünya, Üçüncü Dünya kategorileri de öyle...
İnternet devrimi ve küresel çapta erişilebilen bilgi, eski güç merkezlerinin kapasitelerini dramatik bir şekilde etkiledi. Medyanın gücü hiç olmadığı kadar çeşitli alanları kapsamakta bugün. En güncel örnek ise Wikileaks.
Böyle bir ortamda, Türkiye, küresel bağlamda yeni bir dil oluşturma gerekliliğine inanmaktadır. Bugün karşılaştığımız sorunlar karşısında eski söylemin hiçbir çözüm üretememesi, bu yeni dile duyulan ihtiyacın göstergesidir. Foucault, dilin, gücün sınırlarını belirlediğini söylemişti. Refah içinde bir gelecek için, bu sınırları yeniden tanımlamalıyız ve bunu ancak söylemimizi değiştirerek yapabiliriz.
Konuşmamın son bölümünde, 'yeni diplomasi dili' olarak tanımlamayı tercih ettiğim bu yeni söyleme kısaca değineceğim.
'Yeni diplomasi dili' hegemonya ya da karşılıklı kutuplaşma üzerine değil, 'bir araya gelme' ve 'gücün paylaşımı' üzerine kurulmalıdır. Aynı zamanda, farklı algılayışların ve iş yapış tarzlarının buluşacağı küresel platformlar oluşturabilmelidir.
Bu yeni söylem, hiyerarşik semboller üzerine değil, nitelikler ve yeterlilikler üzerinde yapılanmalıdır. Birinci, İkinci ve Üçüncü Dünya gibi eskiye ait kategoriler terk edilmelidir.
Yeni dil, çok kültürlü, çok boyutlu ve heterojen olmalıdır. Avrupa merkezli bir perspektif üzerine kurulu olan eski dilin aksine, yeni dil, evrensel değerler üzerine kurulmalıdır.
Yeni diplomasi dili, kategoriler üzerine değil prensipler ve eylemler üzerine yazılmalıdır. Eylemlerin öznelerini değil, bizatihi eylemleri dikkate almalıdır.
Yeni dil, başarıları ödüllendirip, başarısızları cezalandırmamalıdır. Kimlikler arasında öncelik sıralaması yapmamalı, kimliklerin çoğul olduğunu, değişebileceğini kabul etmelidir.
Ancak bu yeni dili ortaya koyabildiğimizde, daha müreffeh bir gelecek hayali içerisine girebiliriz. Bu yeni dili kuramazsak, bugünün büyük zorlukları için harcadığımız çabalar boşa gitmiş olacaktır.
Bayanlar, Baylar;
Türkiye olarak, böyle bir yenilenme için hazırız ve bunun için istekliyiz. Böyle bir vizyona katkıda bulunmak için gereken enerjiye, kaynaklara ve bakış açısına sahibiz. Bu nedenle yorulmaksızın sürekli, 'Yeni Türk Dış Politikasından' bahsetmekteyiz.
Bugünün Türk dış politikası tek bir faktöre değil, pek çok faktör üzerine kuruludur. Kendimizi, tek bir bölge, örgüt ya da konu üzerinden tanımlamıyoruz. Evrensel aidiyet ve tarihî miras nedeniyle kendimizi sorumlu hissettiğimiz alanlarda faal olmaya çabalıyoruz. Politika uygulayıcısı değil, politika yapıcısı olmayı tercih ediyoruz. Bu üç prensip bir araya gelerek 'aktif ve yapıcı dış politika' dediğimiz kavramı oluşturuyor.
Birleşmiş Milletler'de son bir haftadır gerçekleştirdiğimiz tüm toplantı ve görüşmeler sonrasında, bu aktif ve yapıcı dış politikanın geniş düzeyde takdir topladığını görmekten çok memnunum. Bir araya geldiğim liderler, kabul ettiğim delegasyonlar, katıldığım toplantılar bir noktayı doğruladı: Dünya yeni bir uluslararası mimarinin inşa edilmesi için sabırsızdır.
Bu yeni uluslararası mimari, son bir kez tekrar etmek isterim, tam da bahsettiğim bu yeni dil üzerine inşa edilmelidir. Aksi takdirde, bugün karşılaştığımız sorunların sonsuz kısır döngüsünde yaşamaya devam edeceğiz.
Türkiye olarak, adalet, eşitlik ve özgürlük ilkeleri temelinde, daha iyi bir dünya için çalışmaya kararlıyız. Daha iyi bir dünya mümkündür. Bunun için, ortak bir gelecek vizyonu etrafında birlikte durmalıyız. Meşhur bir şarkının sözlerindeki gibi: "Birlikte ayaktayız; yıkılırız bölününce."
Teşekkürler.