Sayın Başkan,
Sayın Genel Sekreter,
Genel Kurulun Saygıdeğer Üyeleri,
Konuşmama başlamadan önce, Rus halkına ve buradaki Rus heyetine en derin taziyelerimi sunmak isterim. Bir kez daha bu vesileyle terörizmin her çeşidini lanetliyorum.
Avrupa Konseyi’nde bir kez daha bulunmaktan dolayı son derece mutluluk duymaktayım. Bu kurumun bir üyesi olarak, yaklaşık 10 yıl görev yaptım. Bu Meclisin üyesi olmak benim için büyük bir kişisel tecrübe edinmemi sağladı.
Avrupa Konseyi’ne olan inancım ve irtibatım 20 yıllık siyasi kariyerimle tamamen örtüşmektedir.
İlk konuşmamı AKPM üyesi olarak yapmıştım, daha sonra AKPM’ye hitap etme fırsatını Başbakan sıfatıyla elde ettim ve aynı zamanda ülkemi Dışişleri Bakanı olarak da Bakanlar Komitesi’nde temsil ettim.
Bugün, Türkiye Cumhurbaşkanı olarak AKPM’ye ikinci kez hitap ederken, vatandaşım Mevlüt Çavuşoğlu ise kurumun başkanlığını yürütmektedir ve ülkem Bakanlar Komitesi dönem başkanlığını üstlenmiş bulunuyor.
Bu vesileyle, üye devletlere ülkeme göstermiş oldukları güvenden dolayı yürekten teşekkür ederim.
Sayın Başkan,
2011 başında Strasburg’ta toplandığımız şu anda, Avrupa derin bir kötümserlik halet-i ruhiyesi içindedir. Kıtamız, son derece ciddi bir ekonomik krizden çıkmaya çalışıyor. Küresel ölçekte olsa da, bu ekonomik kriz, Avrupa’yı diğer ülkelerden daha fazla etkiledi. Bu da beraberinde yüksek oranda bir işsizliği getirdi. Büyük borçlanmalar, birçok hükümeti sert ekonomik tedbirler almaya mecbur bıraktı.
Neredeyse son 400 yıl boyunca, Batı, fikir geliştirme, endüstri devrimini gerçekleştirme, teknolojik ilerlemeler ve ekonomik büyüme bakımından dünyanın geri kalanı üzerinde büyük bir avantaja sahip olmuştur.
Daha 10 yıl önce, gelişmiş endüstriyel demokrasiler dünya ekonomisine hakim olmuş ve küresel ekonomik üretimin yaklaşık %70 ini sağlamışlardı. Bugün ise, bu oran %50 ye düşmüş durumdadır. Önümüzdeki on yıl içinde, % 40 a düşmesi öngörülmektedir. Küresel üretimin büyük kısmı önümüzdeki yıllarda gelişmekte olan ülkeler tarafından sağlanacaktır.
Farklı büyüme oranları yeni bir küresel güç dağılımına yol açmaktadır. Şurası bir gerçek ki ağırlık merkezi dünyanın diğer bölgelerine-özellikle Asya’ya- doğru kaymaktadır. Şayet bu eğilim bu şekilde devam ederse, Avrupa’nın ekonomik açıdan rolü ve etkisi giderek azalacak demektir.
Ne var ki, Avrupa, sadece endüstrileşme, teknoloji veya ekonomik güçten ibaret değildir. Avrupa, aynı zamanda, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan haklarına saygı gibi değerlerin beşiğidir. Aydınlanma ve demokrasi devrimleri Avrupa’dan neşet eden ve küresel ölçekte inikas bulan kavramlardır.
Ülkelerin ve kıtaların nispi ekonomik güçleri tarihi süreç içinde yükseliş ve düşüş göstermektedirler. Ancak, Avrupa’da gelişen değerler gelecek yüzyıllarda da insanlığa rehber olmaya devam edecektir.
Bu yüzden, Avrupa’nın hâlâ sahip olduğu büyük gücü göz ardı etmemeliyiz.
Yüzyıllar süren savaşlardan harap olmuş ve 20. yüzyılda büyük trajediler yaşamış olan Avrupa, aynı zamanda insanlığın en asil eserlerini vermiştir.
Kıtamız son 60 yılda oldukça uzun bir yol aldı ve bu süreçte hukukun üstünlüğü ve insan haklarına saygı temeline dayanan ortak bir demokratik düzen inşa edildi.
Savaş sonrası Avrupa, Avrupa vatandaşlarının ya da Avrupa’da ikamet eden toplulukların insan hak ve özgürlüklerinden yararlanmasını temel alan bir topluluğa ait olmak anlamını taşıdığı bir ev olarak inşa edildi. Bu haklar, demokratik yollardan seçilmiş hükümetler ve bağımsız yargı tarafından garanti altına alınmıştır. Hoşgörü, birbirini kabullenme ve farklılığa karşı saygı hepimizin ortak normları olmuştur.
Böylesi bir topluluğa üye olmak, beraberinde, belli yükümlülükleri üstlenmeyi, adil ve uyumlu bir toplumun gelişmesine katkıda bulunmayı getirmektedir.
Bu demokratik başarılar, Avrupa’nın dünyanın geri kalanına sunduğu en büyük değerler olmaya devam etmektedir.
Avrupa, evrensel anlamı olan ortak değer ve standartlara dayalı bir hayat biçimini temsil etmektedir.
Bu durum, onun gücünü ve geçerliliğini devam ettirmektedir. Bölünmüş bir Avrupa, savaş ve zulme yol açmıştır. Oysaki paylaşılan ortak demokratik prensiplere dayalı bütünlük içindeki bir Avrupa ise huzur ve refah getirmiştir.
Örgütümüz, bu demokratik yapının merkezini teşkil etmektedir. Örgütün öncülük ettiği çalışmalar kıtamızı tek bir yasal alana dönüştürmüştür.
Ancak, itiraf etmeliyim ki Avrupa yumuşak gücünün tam olarak farkında değil. Avrupa kurumları, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri, geniş Avrupa coğrafyasında olumlu bir güvenlik ve ekonomik iklim oluşturulması noktasında büyük dönüşümlere yol açmıştır.. Ne var ki, bu muazzam yumuşak gücümüzü küresel ölçekte tam olarak yansıtabilmiş değiliz. Sonuç olarak, bugün Avrupa tüm dünyayı ilgilendiren meselelerde adeta “kayıp oyuncu” olarak görülmektedir.
Sayın Başkan,
Günümüz Avrupa’sında artan kötümserlik, kıtanın siyasi hayatını yeniden şekillendirmektedir. Toplumlarımızın birçoğunda, gittikçe artan bir hoşgörüsüzlük ve ayrımcılık söz konusu. Son bir kaç yıldır, üye devletlerimiz zayıflayan sosyal bağlardan etkilenmektedir. Radikalleşme ve farklı dinsel, ırksal ve kültürel topluluklar arasındaki büyüyen farklar uluslarımızın sosyal dokusuna zarar vermeye başlamıştır.
Günümüzün bu eğilimleri, Avrupa toplumlarının uyumuna meydan okumakta ve hatta Avrupa’nın demokratik müktesebatına tehlike arzetmektedir.
Irkçılık ve yabancı düşmanlığı, şu anki ekonomik krizle de bağlantılı olarak ciddi bir endişeye yol açmaktadır. Bu durum ise, hükümetleri ve siyasileri göç konusunda sert tedbirler almaya itmiştir.
Toplumlarımızın birçoğunda, Romanlar, göçebeler, Müslümanlar veya Yahudiler, genel olarak yaşadıkları toplumdan farklı olanlar, husumetle ve toplumsal dışlanmayla karşılaşmaktadır.
Göçmenleri güvenlik, işsizlik, suç, fakirlik ve diğer sosyal sorunların ana sebebi şeklinde gösteren partilerin oy oranlarında artış gözlemlenmektedir.
Bütün bunların hepimizi endişeye sevk etmesi gerekmektedir. Bu hastalıklar, Avrupa’yı zayıflatmakta ve yumuşak gücünü azaltmaktadır. Bu sorunların üstesinden gelebilmek ve Avrupa’yı küresel arenada tekrar ön plana çıkarmak için çok gayret sarf etmeliyiz.
Değerli Parlamenterler,
Avrupa Konseyi, barış içinde bir arada yaşamayı ve farklı köken, kültür ve inanca sahip insanlar arasında karşılıklı saygıyı teşvik etmek adına çok şeyler yaptı ve yapmaya devam ediyor.
Bu Mecliste sizler, toplantılarınızın birçoğunu bu konuya ayırdınız.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, bu amacı destekleyen çok sayıda kararı var.
Bakanlar Komitesi, İnsan Hakları Komiseri ve Irkçılık ve Hoşgörüsüzlüğe Karşı Avrupa Komisyonu, onurlu ve eşit bireyler olarak bir arada yaşama konusuna büyük katkı sağladılar.
Bu yüzden, Avrupa Konseyi’nin söz konusu problemlerle başa çıkmak gibi bir görevi var. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin koruyucuları olarak, Avrupa’nın demokratik güvenliği ve istikrarının önkoşulu olan değerlerimizi savunmak zorundayız.
Sayın Başkan,
Bir noktaya açıklık getirmeme müsaade edin: Avrupa toplumları sonunda daha çok farklılık barındırmak durumunda kalacaklardır. Azalan ve yaşlanan nüfus eğilimlerine rağmen, sürdürülebilir refahın sağlanması için çoğu Avrupa toplumunda belli derecede göç ihtiyacı duyulmaktadır. Uzmanlar, göçün, yaşlanan nüfus artışından kaynaklanan ekonomik yavaşlamayı telafi edeceği hususunda ittifak etmektedirler.
Öte yandan, iktisadi büyüme hızlarındaki farklılıklara bağlı olarak, üye devletlerimiz arasında ters göç yaşandığı da müşahede edilmektedir.
Örneğin; 1960’lardan itibaren göç veren bir ülke olan Türkiye’nin, bugün Batı Avrupa ülkelerinden göç aldığına şahit olmaktayız. Bu nedenle, bir “Avrupa kalesi” inşa etmek mantıklı bir seçenek değildir. Bu, bir yanılsamadır. Eğer toplumlarımız daha çeşitli olacaksa, bu çeşitliliğin artan siyasi ve toplumsal sonuçlarına eğilmemiz gerekmektedir.
Avrupa demokrasileri, Amerikan demokrasisinin daha önce keşfettiğini bir hususun şimdilerde farkına varmaya başladı: “Ayrı fakat eşit”, yanlış bir düşüncedir. Ayrı olan eşit olamaz. Hem göçmen topluluklar hem de ev sahibi ülkeler, ayrımcılıktan ve paralel topluluklardan kaçınmak için ellerinden geleni yapmalıdırlar.
Uyumlu ve demokratik toplumlarda, çeşitlilik kapsayıcı olmalıdır. Göçmenlerin topluma başarıyla entegre edilme süreçleri, iki yönlü yürütülmelidir.
Avrupa Müslümanları, özellikle 11 Eylül’de New York’ta başlayıp Madrid, İstanbul ve Londra’da devam eden terörist saldırılardan sonra, bu eğilimlerden diğerlerine nazaran daha çok etkilenmişlerdir.
Avrupa’daki Müslümanlar, sadece coğrafi kökenleri ve kültürel mirasları açısından değil; inançlarını yorumlama ve uygulama biçimleri bakımında da çeşitlilik arz etmektedirler.
Fakat bu farklı toplulukları, dinle tanımlanan üniter bir toplum gibi görme yanılgısı vardır. Bu ise, “Avrupa değerleri” ile tamamen çelişmektedir.
Bu suçları işleyenlerin, İslamiyet ile bir ilgisi yoktur. Unutulmamalıdır ki, bu terör örgütleri, pek çok Müslüman hedeflere de saldırmışlardır. Bunların ulaşılabilecek siyasi hedefleri yoktur, bunun yerine arkaik ve gayr-ı meşru ütopyaların peşinden koşmaktadırlar.
Diğer tüm dinler gibi, İslam dini de farklı inançlara sahip tüm insanlara karşı saygılı ve hoşgörülü olmayı öğretir. Esasen inançların siyasi emeller uğruna istismar edilmesi, hoşgörüsüzlük ve dışlamaya yol açmaktadır. Bu durum, Avrupa’da neredeyse tüm göçmen kökenli etnik azınlıklar için de geçerlidir. Bu topluluklar, kamuoyu ve medyanın kalıplaşmış tasvirlerinin öznesi olmaktadırlar.
Demokratik kurumlarımızın, insan hakları, hoşgörü, diyalog ve sosyal uyumu teşvik edecek istidatta olduğuna dair inancımızı korumalıyız. Birlikte yaşamak için gereken bir demokratik çerçeve oluşturmalıyız. Bu şekilde Avrupa, insan haklarına saygı konusunda dünyanın yol göstericisi olmaya devam edebilir.
Özgürlüğün bedelinin, daimi teyakkuz olduğu söylenir. Halkın göç ve azınlıklar hakkındaki korkularındaki artış, marjinal siyasi partilere daha büyük destek sağlamıştır.
Halkın bu korkularına karşı, ana akımları temsil eden siyasi partilerin vermiş olduğu tepkilerden daha çok endişe duyduğumu vurgulamak isterim.
Bir süredir, yurtiçi ve yurtdışında yeni bir siyasi dil geliştirilmesi gerektiğini savunmaktayım. Siyasi dilin doğasının, sonuçları da belirlediği kanaatindeyim. Siyasi dil, yapıcı ya da yıkıcı olabilir. Siyasi aktörler seçtikleri dil vasıtasıyla, ortak bir anlayış ya da bölünmenin teşvik edilmesine hizmet edebilirler. Bu sebeple, Avrupa’daki ana siyasi partiler, insan hakları ve çeşitliliğe saygı duyulmasını savunarak, bu korkuları ikna edici bir tarzda ele almalıdır.
Avrupa kıtasının, “Avrupa’nın diğer kültür ve dinlerle savaş içinde olduğunu” iddia eden politikacılarla güvende olmayacağını daha güçlü bir şekilde savunmalıyız.
Aksine, eğer denetim altına alınmazsa, bu tür iddialardaki artış, Avrupa’yı daha az hoşgörülü ve daha az demokratik yapmakla kalmayacak; aynı zamanda içinde yaşaması tehlikeli bir yer haline getirecektir. Avrupa değerleri, sadece başarılarımıza değil; aldığımız acı derslere de dayanır. 1920’lerin sonlarında, aleni anti-semitizme halkın verdiği desteğin, sadece %5 olduğunu unutmayalım. Çığ etkisiyle, bu zehirli azınlığın, 1930’ların sonunda Yahudi Soykırımı’na giden yolu açtığını hatırda tutalım. Eğer geçmişte yaptığımız hatalardan ders çıkarmazsak, tarih tekerrür eder.
Örgütümüze, Avrupa Konseyi’ne, çağımızın bu zorluklarıyla başa çıkmada büyük bir rol düşmektedir.
İşte bundan dolayıdır ki Türk Dönem Başkanlığı’nın inisyatifiyle bir Akil Adamlar Grubu kurulduğunu görmekten büyük bir memnuniyet duyuyorum. Genel Sekreter Jagland’a, böyle seçkin Avrupalıları bir araya getirdiği için teşekkür ederim. Bu grubun başında sevgili dostum Joschka Fisher’i görmekten de ayrıca memnun oldum. Tüm üyeleri, veciz bir şekilde ‘birlikte yaşamak’ ifade edilen bu projeye katkıda bulunmaya davet ediyorum.
Demokrasi ve insan haklarının korunmasına bahsedilmiş olarak göremeyiz. Bu değerlerin koruyucusu olarak, Avrupa Konseyi’nin rolü, altmış yıl öncesinde olduğu gibi bugün de önemini korumaktadır.
Değerli Arkadaşlar,
Kuruluşumuzun bazı üyeleri, AB ile farklı nitelikli bir ilişki içindedir. Fakat Avrupa, sadece AB’den müteşekkil değildir. 800 milyon Avrupalıyı kucaklayan Avrupa Konseyi, değer temelli bir pan-Avrupa organizasyonu olmaya devam etmektedir. Esasında Avrupa Konseyi sayesinde, milyonlarca Avrupalı bugün eşit muamele, düşünce ve ifade özgürlüğü, cinsiyet eşitliği, iyi yönetim, şeffaflık ve hesap verebilirlik gibi temel haklarından yararlanmaktadır.
Bu değerleri, gözetim mekanizmaları yoluyla bağlayıcı taahhütler haline getiren ve bir Avrupa yasal alanı yaratan Avrupa Konseyi’dir.
Bu nedenle, özgür, güvenli ve müreffeh bir Avrupa’nın meydana getirilmesinde bu kuruluşun katkı ve liyakatini göz ardı etmek, büyük bir hata olacaktır.
Avrupa Konseyi’nin bu rolünü korumak ve ilerletmek için, kuruluşun tüm üyelerini, Konsey işlerindeki siyasi katılımlarını arttırmaya davet ediyorum.
Genel Sekreter Jagland’ın, Avrupa Konseyi’ni daha görünür hale getirmek için reform yapmaya kendini adadığını biliyorum.
Beni Ankara’da ziyaret ettiğinde, kuruluşun geleceğiyle ilgili görüşlerimi kendisiyle paylaştım. Bu sabah yaptığımız toplantıda, daha fazla reform için yakın zamanda bazı yeni fikirler sunacağı konusunda beni bilgilendirdi. Türkiye kendisinin bu çabalarını desteklemektedir. Bu amaçla Türk Dönem Başkanlığı, kuruluşun reformunu önceliklerinden biri olarak belirlemiştir.
Bakanlar Komitesi’nin bir sonraki toplantısının, Mayıs ayında İstanbul’da yapılması kararlaştırılmıştır. Umut ediyorum ki bu toplantı, hâlihazırda üzerinde düşünülen reformlardan bazılarının sonuçlandırılması için uygun bir vesile teşkil eder.
Kuruluşumuzun en başarılı ve etkili organı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi olmuştur. Bu eşsiz kuruluş, başlı başına bir başarıdır.
Mahkemenin bugün çok ciddi sorunlarla karşı karşıya olması, bir çelişkidir. Bu nedenle, İsviçre Dönem Başkanlığı sırasında Interlaken Konferansı’nda başlatılan reform süreci devam etmelidir. Ayrıca şundan büyük memnuniyet duyuyorum ki Türk Dönem Başkanlığı, Interlaken’ sürecini desteklemek için bahar aylarında İzmir’de üst düzey bir izleme konferansı düzenleyecektir.
Sayın Başkan,
Değerli Arkadaşlar,
Bugünün Avrupa’sının gidişatı gibi, Avrupa Konseyi de bir yol ayrımındadır. Avrupa’da endişe etmek için ciddi sebepler mevcuttur. Yine de, demokrasilerin eksiklerini giderecekleri ve zorlukların üstesinden geleceklerine dair taşıdığımız inanç, sarsılmamalıdır.
Avrupalı devletler, içe kapanma temayüllerine karşı koymalıdırlar. Avrupa, hızlanan ekonomik ve kültürel küreselleşme sürecinden kaçamaz. Tersine, onu kucaklamak zorundadır. Avrupa küreselleşmeyi kucakladığı ölçüde, değişimi talep edebilir ve dünyadaki gelişmeleri şekillendirebilir.
Avrupa’nın artan iç çeşitliliği, paylaşılan değerlerinin küresel ölçekteki geçerliliği ve geçmişten çıkarılan dersler, en büyük varlıklarımızdır.
Hepimiz, Winston Churchill’in 1950’de Avrupa Konseyi’ne yaptığı ve komünizm tehdidi karşısında bir “Birleşik Avrupa Ordusu” kurulması çağrısında bulunduğu konuşmayı hatırlıyoruz.
Eski düşmanlarımız, bugün yeni dostlarımız ve müttefiklerimiz olmuşlardır. Avrupa, 60 yıl öncesinde olduğundan çok daha güvenli bir yerdir.
Ancak Avrupa içindeki sıkıntılar, hâlâ varlığını sürdürmektedir. Bu tehditlerin üstesinden gelmek için, bir birleşik Avrupa Ordusu kurmamıza gerek yoktur. Bugün ihtiyacımız olan şey, daha özgür, daha güvenli, daha eşitlikçi ve bütünleşmiş bir Avrupa için, bir “Ortak Avrupa Vicdanı” oluşturmaktır.
Avrupa Konseyi, ortak değerler ve özlemlerimizin insicam etmiş halidir. Bu sebeple, söz konusu Avrupa vicdanının büyütüleceği yer Avrupa Konseyi’dir. Bu vicdanı inşa etmek için gelin, hep birlikte çalışalım ve birlikte hareket edelim.
Teşekkür ederim.
SORU: Sayın Başkan, Sayın Cumhurbaşkanı, sizleri tekrar burada görmekten çok mutluyuz. Sizler, çok uzun zaman bizim ekibimizden, bizlerin bir parçasıydınız. Ve 30’lu yıllardaki tehlikelere haklı olarak değindiniz. Hepimiz, aşırı uçtaki hareketlerden, ırkçılıktan korkuyoruz. Avrupa tarihini hatırlıyor, Avrupa tekrar geriye dönmek istemiyor. Çok büyük reformlar yapıyorsunuz. Türkiye’de anayasa reformu gerçekleştiriliyor. Türkiye, din özgürlüğünü ve azınlıkların otonomisini daha fazla güçlendirmek için ne yapacak?
SAYIN CUMHURBAŞKANI: Sizin de söylediğiniz gibi, Türkiye’de çok köklü reformlar yapılıyor. Bu reformlar, Türkiye’nin demokratik standartlarını, hukuk standartlarını, bunları devamlı yükseltiyor. Yapılan şeyler gerçekten dünyada herkes bunları sessiz devrim olarak niteliyor. Ama şüphesiz ki daha yapacaklarımız vardır. şunu unutmayın ki hiçbir ülke mükemmel değil, Perfect ülke yoktur, ne AB içinde ne batıda, ne doğuda. O bakımdan biz noksanlıklarımızın farkındayız. Bunları yapmaya devam edeceğiz. Ve kendimize olan özgüvenimiz de bu açıdan büyük. Dolayısıyla, Türkiye’de reform çalışmaları canlı olarak devam edecektir, bütün bu konularda, söylediğiniz konu da dâhil.
SORU: Teşekkürler Sayın Başkan, Sayın Cumhurbaşkanı. Sizi burada selamlayabilmekten dolayı çok mutluyum. Burada meslektaş olduk. Ülkenizi selamlıyorum. Ben izleme sonrası çalışmalarının raportörüyüm. Türkiye çok önemli bir an yaşıyor. Hem Bakanlar Konseyinin başkanlığını üstlendiniz, çalışmalarınızı sitayişle anıyorum. Daima Avrupa konseyine çok katkıda bulundunuz. Demokratik gelişmesi de ülkelerin, zaman zaman incelemeye tabi tutuluyor. Gelecek seçimlerde, Haziran 2011 seçimlerinde, acaba siz yüzde 10’luk eşiği değiştirecek misiniz? Bu konuda da 2007’de bu konuda değişiklik yapılacağı konusunu belirtmiştiniz.
SAYIN CUMHURBAŞKANI: Şöyle, mevcut anayasamıza göre seçimlere gidilen yıl içerisinde, seçim kurallarıyla ilgili herhangi bir değişiklik yapılması mümkün değil. Çünkü daha önceki yıllarda çeşitli acı tecrübelerimiz oldu. Seçimlere giderken çoğunlukla kuralları bir şekilde değiştirebiliyorlardı ve bu da tabi ki hoş karşılanmıyordu. Ama bu Haziran seçimlerinden sonra Türkiye’nin en önemli gündem maddesi tamamen yeni yazılacak bir anayasa olacaktır. Ki şimdiden tartışmalar çok yapılıyor. Anayasamızda, mevcut anayasamızda çok değişiklikler yapıldı. O bakımdan sistematiği de ister istemez bozuldu. Ama yeni bir anayasa ihtiyacını, bütün siyasi partiler, iktidar, muhalefet, herkes bunda hemfikir. Dolayısıyla yeni bir anayasa yapılırken, kanunlar tekrar yapılırken, o zaman ancak bunlar düşünülebilir. Şu anda mevcut yasa ve kanunlarla gidilecek seçime. Ama şunu hatırlatabilirim ki bağımsız seçilenlerde, herhangi bir baraj, herhangi bir yüzde söz konusu değil. Bağımsız olarak aday olanlarda.
SORU: Sayın Başkan, Sayın Cumhurbaşkanı, her şeyden önce müsaadenizle size teşekkür etmek istiyorum. Rus halkına başsağlığı dilediniz, dünkü korkunç terörist saldırıdan sonra. Size teşekkür ediyorum, bunun için. Ayrıca Türk hükümetine de çok teşekkür ediyorum. 87 yıldan sonra bu yıl, ilk defa olmak üzere ayinler yapılabildi, buna izin verildiği için, ayrıca teşekkür ediyorum. Sorum şu, acaba bu Ortodoks manastırlarda ve Sümela Manastırında bir tadilat yapma imkânı ve tekrar geçmişte olduğu gibi düzenli ayin yapma imkânı olacak mı ve Heybeli Okulu ile ilgili son gelişmeler nelerdir?
SAYIN CUMHURBAŞKANI: Önce şunu ifade etmek isterim, biz insanların dinleri, inançları, mezhepleri, bunların hepsine saygı duymak zorundayız. Ve din hürriyeti, din özgürlüğü, temel hak ve özgürlükleri önemli tabi ki parçalarından, önemli ayaklarından birisidir. O bakımdan Türkiye’de bakış açımız şu, herkes hangi dinden olursa olsun, herkesin inancı ne olursa olsun, inançlarını inançlarının gereğini de rahatlıkla yapabilmeleridir. Bu konuda belki eskiden, zaman zaman siyasi konular ve dini konular, hem ülkeler içinde hem uluslararası platformlarda birbirine çok karıştırıldığında sıkıntılar olabilir. Ama sizin de söylediğiniz gibi, Türkiye’de bizim de şu anda anlayışımız bu. Onun için herkesin önündeki bu tip engeller kaldırılıyor. Bu, zaman zaman esas büyük çoğunluğun, Müslüman çoğunluğun önündeki engeller de olabilir, din özgürlüğü önündeki engeller de olabilir. Bu konularda dediğim gibi herkese saygı duymak ve herkesin ibadetini, inançlarını rahat bir şekilde yapmak. Bu Müslüman olur, Müslüman olmaz, başka dinlere mensup olabilir, Ortodoks olur, Katolik olur, ne olursa. Veyahut da hiç dini olmayan insanların da yine kendi inançları neyse, neye inanıyorlarsa o şekilde özgürce yaşamalarıdır. Bununla ilgili çok değişiklikler oluyor, biliyorsunuz. Tamiratlar ilgili teknik konu olduğu için söyleyemeyeceğim ama şunu biliyorum ki mesela çok büyük bir tarihi yine Van’da yine Ermeni Kilisesi vardı. Onun tamamen restorasyonu tarihi gerçekten önemli bir kiliseydi, restorasyonu çok dikkatli bir şekilde yaptırıldı. Devlet eliyle yaptırıldı. Birçok yine eski cami, eski kilise olabilir, bunlar yine restore ediliyor. Ama Türkiye tabi büyük bir ülke olduğu için, o kadar çok bazen camiler vardır ki belki bin yıllıktır. Restore edilmeye gerçekten çok ihtiyacı var. O açıdan bir ayırım yapmıyoruz, açık söylüyorum. Bu bir kilise olabilir, bir dediğim gibi cami olabilir, restorasyon ihtiyacı varsa, tabi ki yapılacaktır.
SORU: Sayın Cumhurbaşkanı Gül, çok teşekkür ederiz, bugün burada bizimle birlikte olduğunuz için. Biliyorsunuz Şengen sınırlarının etrafında ciddi sıkıntılar var. İtalya ve İspanya’nın yakın zamanda karşılaştığı sorunlarla şimdi Yunanistan karşı karşıya. ayda 12 bin 5 yüz kişi, sınırdan geçen var, kaçak var. Ve çoğu Türkiye’den, Türkiye üzerinden Yunanistan’a geçiyor. Bunların bir kısmı Sahara altı Afrika’dan, Afganistan’dan, İran’dan geliyor. Sizin ülkeniz, bu sorunun çözülmesi için, Yunanistan açısından, neler yapacak ve Türkiye kaç tane mülteci ile karşı karşıya, nasıl bir mülteci akını var, Türkiye’de. Sayın cumhurbaşkanı buyurun.
SAYIN CUMHURBAŞKANI: Tabi bu büyük bir sorun. Bu aslında sadece Avrupa’nın sorunu değil, bu başkalarının da sorunu, bizim de büyük sorunumuz. Ama burada eğer objektif konuşulursa sadece Türkiye güzergâhından değil, Akdeniz’in başka güzergâhlarından da Avrupa’ya, Yunanistan’a gelen göçmenler var. Denizlerde en zor sıkıntılı şartlarda nasıl yakalandıklarını hep televizyonlarda da görüyoruz. Türkiye, bu konuda gerçekten dikkatli. Bizim, bulunduğumuz konum itibariyle, gerek güneyden olsun, gerek doğudan olsun, göç yolları üzerindeyiz. Bunun için çok sıkı tedbirler alıyoruz. Bununla ilgili aslında bütün bölgesel ve uluslar arası organizasyonlarla da çok yakın işbirliği içerisindeyiz. Yunanistan ile de bu konuları hep görüşüyoruz. Bulgaristan ile de görüşüyoruz. Diğer Avrupa komşularımızla da görüşüyoruz. Ama biz de bu işten çok sıkıntılıyız. Eğer birileri, Türkiye bir depo da olamaz tabi, yabancılar için. Yani başka bir güzergâhlardan dolaşıp da eğer Avrupa’ya gitse, onları sadece alacak ve Türkiye’de depo edecek böyle bir şeye de tabi razı olamayız. Biz de almamak için çok uğraşıyoruz. Bizim için daha büyük bir problem. Bazen bunların sayıları, inanın, çok büyük boyutlara ulaşıyor. Ayrıca, bizim sosyal güvenlik yasalarımız, Türkiye toprakları üzerinde olan herkese bazı imkânlar tanınıyor. O bakımdan biz de bazı zorluklarla karşı karşıyayız. Bununla ilgili hep beraber suçlamaktan ziyade, tam bir işbirliği, sıkı bir işbirliğine girmenin daha doğru olduğu kanaatindeyim.
SORU: Sayın Cumhurbaşkanı, İnsan Hakları Komiseri Hammerberg bu sabah, Türk-Kürt sorununu Avrupa’daki en merkezi insan halkları konularından biri olarak nitelendirdi. Geçen ekim ayında ülkenize bir ziyaret yaptık, Alman heyetiyle ve Diyarbakır’daki KCK davasını sordum, Ocak’ta tekrar geldim. Şunu sormak istiyorum. Neden acaba yasal bir siyasi partinin yüzlerce mensubu, yaklaşık 2 yıldır tahkikat altında. Bazıları belediye başkanı, yüzde 60 ile 70 ile seçilen kişiler. Bunlar neden kendi ana dillerinde savunma yapamıyorlar. Sizce acaba demokratik bir yol, burada tıkanmıyor mu acaba? Türk-Kürt sorununu çözümleyebilecek ve bu nedenle şiddet acaba devam etmiyor mu?
SAYIN CUMHURBAŞKANI: Bakın, bu konuda takip ediyorsanız, yani Türkiye şöyle bir politika takip ediyor. Demokratik hak ve hukuk ne kadar genişletilirse, terör ve teröristler o kadar çok izole edilir. Bu politikaya güvendiği için Türkiye, son yıllarda, çok büyük bu konuda cesur işler yapıyor. Ama şunu unutmayalım ki eğer şiddet, eğer zorlama, devlet gücünün dışında güç, yargılama gibi faaliyetler içinde olunursa, o zaman hiçbir demokratik ülke buna müsaade etmez. Peki, bunun olup olmadığına kim karar verebilir? Buna ne siyasetçiler karar verebilir, ne devlet adamları, buna bağımsız mahkemeler karar verebilir. Böyle suçlamalar olduğu için, mahkemede konu. Mahkemenin süratli bir şekilde tabi ki karar vermesini isteriz, bu konuda. Ayrıca mahkemede eğer insanlar gerçekten Türkçe bilmiyorsa, başka bir dil biliyorsa, o dilde de müdafaa yapabilirler. Kendilerini savunabilirler. Ve nitekim mahkemeler de bunu kabul ediyor ve yapılıyor.
SORU: Çok teşekkür ederim Sayın Cumhurbaşkanı, çok net bir konuşma yaptınız. İnsan haklarını, Türkiye’de ve Avrupa’da geliştirme konusunda pek çok şey yapıyorsunuz. Siz haklı olarak Müslümanlar ve Avrupa’daki Müslüman azınlıkların durumundan da bahsettiniz. Bazen onların durumu da oldukça zor olabiliyor. Ama ben de size sizin ülkenizde Hıristiyan azınlığın durumuna bakmanızdan bahsediyorum. Mesela Mor Gabriel Manastırının kamulaştırılması gibi konulara dikkatinizi çekmek istiyorum. Bu azınlıkları nasıl koruyacaksınız ve Türkiye, bir yıl önce azınlıkların korunmasıyla ve 2011 Şubatı’na kadar azınlıkların korunmasıyla ilgili verdiği kararlar konusundaki adımlarını nasıl atacak. Bu sorulara cevaplarınızı merak ediyoruz. Çok teşekkürler, buyurun sayın cumhurbaşkanı.
SAYIN CUMHURBAŞKANI: Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun temeli olan Lozan Anlaşması’nda bizim azınlıklarımız var, dediğiniz gibi. Onların bütün hak ve hukukları garanti altına alınmıştır. Ve bütün hak ve hukukları herhangi bir Türk Müslüman vatandaşından eksik olmayacak şekilde kullanma hakları vardır. Dolayısıyla vatandaş olarak Türkiye Cumhuriyeti’nde herkes birbirine eşitti ve herkes, inancı ne olursa olsun, bunu yaşama, bunu anlatma hakkına sahiptir. Şimdi bazen mülkiyet meselelerinde şöyle problemler ortaya çıkıyor. Bazen devletin veya azınlık vakfının mülkiyeti konusunda anlaşmazlıklar söz konusu oluyor, çok tarihi geçmişi olduğu için bu konular. Ama bu konular nihayette eğer mahkemeler verdikleri, Türkiye’nin, mahkemelerin verdiği karar tatmin etmezse, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine taşınıyor. Ve AİHM’in verdiği kararı Türkiye de kabul ettiği için, Türkiye’yi de bağladığı için, bu yönde Türkiye gerekli işlemleri yapıyor. Nitekim, teknik olduğu için, tam bilemeyeceğim, söylediğiniz vakıf kiliseyle ilgili mi yoksa değil mi, onu net söyleyemeyeceğim. Ama yine bir azınlık vakfımızla ilgili böyle bir mesele vardı. Türk mahkemelerinin verdiği karara itiraz etti, azınlık vakfı. AİHM’e geldi. AİHM haklı buldu onları ve hemen Türk hükümeti o mülkiyeti vakfa devretti. Dolayısıyla hukuki yapılar tamamen açık. Herhangi bir anlaşmazlık söz konusu olursa. Dediğim gibi konu tamamen teknik meselelerden kaynaklanıyor bazen.
SORU: Sayın Cumhurbaşkanı, Türkiye ve İsrail’in arasında daima güven bağlantıları ilişkileri oldu. Bu şekilde verimli ve yararlı bir diyalog oluşturuldu bu hassas bölgede. Hâlbuki son yıllarda bu ilişkiler biraz kötüleşti. Türkiye, bu bölgedeki özel stratejik konumu dolayısıyla arabulucu rolü oynamamalı mıdır sizce, İsrail ve hemen yakınlarındaki komşuları arasında?
SAYIN CUMHURBAŞKANI: Biz dış politikamızda arabuluculuk veya kolaylaştırıcı veya yardım edici roller yaparken Türkiye’ye bir prestij kazanmak, Türkiye’yi görünür hale getirmek amacıyla yapmıyoruz bu işleri. Biz, bölgemizde istikrarın huzurun ve işbirliğinin tesisi yönünde aktif oluyoruz. Bölgemiz derseniz ve tarihi de şöyle bir gözden geçirirseniz Türkiye bulunduğu bölgede, çok geniş bir coğrafya ile tarihte hep beraber olmuş, birçok kültürel ortak yanları olmuş, işbirliği yapmış bir ülke. Dolayısıyla Türkiye’nin bölge meselelerine yardımcı olma kapasitesi var. Nitekim son problemli durumlara kadar, İsrail hükümeti de Filistinliler de Türkiye’ye aman siz bize yardımcı olun çağrılarında hep bulunmuşlardır ve bunun üzerine Türkiye birçok konuda yardımcı olmaya başlamıştır. Nitekim Suriye ile İsrail arasında direk görüşmelere geçecek noktaya getirmiştir ki Arap-İsrail meselesinin temel ayaklarından birisidir. Yine Filistin konusunda da Türkiye çok yardımcı olmuştur. Gazze’nin Filistin ile ulusal bütünlüğü sağlaması konusunda yine Türkiye’nin çalışmaları olmuştur. İsrail ile diğer Arap ülkeleri arasındaki birçok problemlerin çözümüne Türkiye talepler üzerine hep aktif olmuştur. Eğer Türkiye’den böyle bir talep istenmezse, Türkiye bunları yapmak zorunda değildir açıkçası. Hep talep üzerine bunları yapmıştır. Son duruma gelirseniz, o tamamen Türkiye’nin tercihi olarak değil, İsrail’in tercihi olarak ortaya çıkmıştır. O da bildiğiniz gibi, Gazze’de süren abluka, aslında Avrupa Konseyi’nin de BM’nin de tüm insan hakları teşkilatlarının da yasal görmediği, kolektif bir cezalandırmayı, bir ülkenin yapamayacağı uluslararası hukuk tarafından da hep bilinmektedir. Buna karşı, birçok insan hakları örgütleri, Gazze’deki insanlara yardım yapmak için seferler düzenlerken, Türklerin önderliğinde 47 ülkenin katılımıyla, daha doğrusu, 47 ülkeden insanların katılımıyla, bir yardım filosu giderken, uluslararası sularda, İsrail Ordusu’nun saldırısına uğramış ve neticeyi biliyorsunuz. Bu eğer aradaki ilişkileri bugünkü noktaya getirdiyse, bunun müsebbibi Türkiye değil, tam tersine İsrail’dir. Bundan dolayı İsrail, Türkiye’den herhangi bir şekilde kendisine yardım etme, herhangi bir konuda arabuluculuk yapma güvenini kaybettiyse, o tamamen İsrail’in bileceği bir şeydir. Bizim de doğrusu kendi kendimize ortaya çıkma hevesimiz yoktur. Ama hemen şunu da hatırlatırım ki geçmişte bütün İsrail hükümetleri Türkiye’den birçok talepte bulunmuşlardır. Hem bölgemizle ilgili hem daha geniş coğrafyayla ilgili kendilerine yardımcı olmak için ve Türkiye’de bölgenin huzuru için, bölgede barışın sağlanması için üstün gayret göstermiştir.
SORU: Sayın Cumhurbaşkanı, Ocak ayında ülkeniz, divan tarafından mahkum edildi, 6 gazetenin 2001-2007 döneminde, kapatılması sebebiyle. 26 Mayıs 2010’da Türkiye, bir Amerikalı Akademisyenin Türkiye’ye dönüşünü yasakladı. Ve sansürlenmiş iki gazeteye de tekrar mahkeme tarafından tazminat ödemeye mahkûm edildi. Sayın Cumhurbaşkanı, şunu sormak istiyorum, acaba ülkenizin bu konuda ifade özgürlüğü konusunda, girdiği Avrupa taahhütleri konusunda ne yapıyor, ülkeniz?
SAYIN CUMHURBAŞKANI: Doğrusu bu söylediklerinizi ben ilk defa duydum. Böyle bir şey olduğunu da bilmiyorum. Şimdi, Büyükelçimiz burada, Avrupa Konseyi nezdinde temsilcimiz, büyükelçimiz, O da görüyorum, hayretlerini ifade ediyor, bize böyle bir şey gelmedi, diyor. Yani bilmiyorum, bilginiz doğru mu, eğer eminseniz bize verin, takip edelim. Ama ben böyle bir bilgiye sahip değilim, doğrusu, Türkiye’de gazetenin kapatıldığı veya söylediğiniz şekilde herhangi bir şikâyet de ilk defa duyuyorum. Ama bilmediğimiz bir şeyse takip edeyim. İşte burada, diplomatlarımız da burada. Onlar da ilk defa duyuyorlar.
Eğer herhangi bir ifadenin arkasında şiddet yoksa, ne olursa olsun bunu ifade edebilirsiniz. Bu ifadeyi sevelim veya sevmeyelim, Türkiye’nin lehine veya aleyhine, bu ayrı bir konudur. Yeter ki şiddet olmasın. Şiddeti tahrik etmesin. Şiddete yol açmasın. Bunun dışında her türlü fikir konuşulabilir de yazılabilir de Türkiye’de.
SORU: Sayın Cumhurbaşkanı, herkes tarihi gerçeklere bakmalı ve geçmişini kabul etmelidir. 1,5 milyon Ermeni’nin soykırımını Türkiye ne zaman kabul edecektir? Türkiye artık ne zaman gösterecektir, bu cesareti, Soykırımı tanıma cesaretini? Bu şekilde ülkeniz, bu ağır yükün altından ne zaman kalkacaktır ve medeni ülkeler arasında ne zaman yerinizi alacaksınız?
SAYIN CUMHURBAŞKANI: Her şeyden önce, soykırım lafını doğru bulmuyoruz ve geçmişimizde, tarihimizde soykırım yapıldığını da kabul etmiyoruz. Ama eğer bunu kabul edenler ve iddia edenler varsa ki, var. Onlara çok açık bir çağrıda bulunuyoruz. Diyoruz ki gelin bir ortak komisyon kuralım, soykırım yok diyen ve soykırım var diyen gerçek ilim adamları, bilim adamları bir araya gelsin. Sonuna kadar arşivlerimizi açalım, sivil- askeri, bütün arşivlerimizi açalım ve bu komisyon çalışsın ve neticesi neyse bunu kabul edelim. Ve hatta bir üçüncü bir taraf varsa, soykırım yapıldı diyen üçüncü bir taraf varsa, o tarafın ilim adamları, bilim adamları da katılsın, bu işe ve neticeyi çalışsınlar, açıklayalım, diyoruz. Şimdi açıkçası şunu söylemek isterim. 100 yıl önceki olaylar, 1. Dünya savaşının olduğu dönemlerde cereyan etti. Çok acı olaylar yaşandı, çok acı olaylar. Tabi ki hep üzgünüz, bütün bu olaylara. O zamanki Osmanlı toprakları üzerinde daha önceki Türk devleti, dört cephede 1. Cihan Harbi’nde savaşırken, bazı vatandaşlarımızın, o zaman, içeride tahrik edilmesi neticesiyle çeşitli ayaklanmalar olunca, o zaman bu vatandaşlarımızın yerleri değiştirildi, o günkü şartlarda. Şüphesiz ki karşılıklı çatışmalar, şüphesiz ki çok sayıda kaybolan insanlar, can kaybı, her tarafta. Bunların hepsi muhakkak ki üzülecek olaylardır bunlar. Ama bir şeyin soykırım olması için, siz bir ırkı veya bir dine mensup olanları, ne olursa olsun, kasıtlı hiç bakmadan öldürmeniz gerekiyor. Şimdi o dönemde bakarsanız, Ermeni vatandaşlarımız Osmanlı Devleti’nin yüksek mahkemelerinde üye, bazı yüksek mahkemelerde başkanlık yapmış, bazı merkezlerde, Türkiye’yi Osmanlı Devleti’ni temsil eden büyükelçiler, İstanbul’daki bütün Ermeni kiliseleri açık, ülkenin başka yerlerinde olaylar olurken, şimdi buna soykırım derseniz, o zaman tabi bu kabul edilemez. Ama bu iddia ediliyorsa, bütün arşivler açılsın ve bakılsın, netice neyse biz bunu hep beraber kabul edelim, diyoruz.
Şimdi şunu da burada hatırlatmak isterim, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar, başta Atatürk olmak üzere, yeni nesillere düşmanlık ve nefret aşılamamak için, uzun yıllar hep gelecekle ilgili teşvikler yapıldı ve bunlar anlatılmadı. Hâlbuki o savaşlarda, bütün balkanlardan milyonlarca Türk, göçlerle Türkiye’ye dönerken, 3 milyona yakın Türk de döndü. Şimdi bütün bu acıları, dört cephede çekilen acıları yeni nesillere aşılayıp, yeni devleti yeni nesli, bütün komşularla düşmanlık içerisine sokmamak için Türkiye Cumhuriyeti’nin politikası, uzun yıllar bunları anlatmadı. Hep yeni, hep öne baktı, hep herkesle dostluğa baktı. Onun için siyasi platformda, bu söylediğiniz iddia adeta kabul görmüş şekilde. Ama şimdi size soruyorum, bir ülkenin parlamentosunda bir araya geliniyor, karar alınıyor. İşte diyorlar ki Türkiye’de 100 sene önce katliam yapıldı, soykırım yapıldı. Nerede yapılmıştı, kim yapmıştı, hangi tarihte olmuştu, nasıl olmuştu diye 3 tane soru sorarsan, buna el kaldıranların hiçbiri cevap veremez. Şimdi biz şunu söylüyoruz, bakın tarihle beraber yaşarsak, Avrupa’da kimse yüz yüze bakamaz. Yapacağımız iş şu bizim, hep beraber geleceğe bakmamız lazım. Acılara tabi ki bütün acılara hepimizin üzülmesi lazım, yaşanan bütün acılara. Ama geleceğe hep beraber bakmamız lazım ve geleceği dostluk, geleceğe beraber olma, gelecekte yine dayanışma içerisinde halklarımızın kardeşçe yaşamasını temin etmemiz lazım. O açıdan doğrusu yani sizin bu şekildeki suçlamanızı kabul edemeyeceğim. Ama eğer iddia varsa ki var iddialar, o zaman buyurun diyoruz, netice neyse, hep beraber görelim.
SORU: Benim basit bir sorum olduğunu düşünüyorum. Türk hükümeti, vize açısından kendi vatandaşlarına yönelik olan bu ayrımcı tavrı değiştirmeye çalışıyor mu? 16 ülke biliyorsunuz, aynı vize içerisinde, diğer 11 üye devlet, Macaristan da dahil olmak üzere, farklı bir rejime tabi.
SAYIN CUMHURBAŞKANI: Vize konusunda bizim çok şikâyetimiz var doğrusu. Bu konuda bazen yazılı metinlerin hukuki bağlayıcı metinlerin de ötesine geçen uygulamalar da var. O açıdan vize konularının çok gözden geçirilmesini, her ikili temasımızda, ülkelerde ve Avrupa Birliği başta olmak üzere, yetkili organlarda hep konuşuyoruz. Değiştirilmesi gerektiğine inanıyorum ve bunun tekrar gözden geçirilmesi gerektiğine inanıyorum. Bazen gerçekten öyle oluyor ki bir iş adamı malını bir fuara gönderiyor, o ülkenin en meşhur iş adamı, malı fuara gidiyor, kendisi gidip malının başında durup o fuarda malını tanıtamıyor. Böyle çok tezat, çelişkili ve kabul edilemez uygulamalarla çok karşılaşıyoruz.
SORU: Sayın Cumhurbaşkanı, Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin düzenli olması, yeniden düzene girmesi perspektifi bize çok güzel umutlar açtı. İki protokol imzalandı, ülke arasında. Ondan sonra bazı ön koşullar konuldu, Türkiye tarafından, bir tanesi yukarı Karabağ ile ilgili. Bu hâlbuki protokol metinlerinde yoktu, üçüncü bir üye Azerbaycan ile ilgili. Bu bağlamda acaba ilerlemeyi bloke etmiş olmuyor musunuz?
SAYIN CUMHURBAŞKANI: Şimdi bakın Türkiye’nin son yıllarda izlediği dış politikayı takip ediyorsunuz. Bütün komşularıyla sıfır problem üzerine oturtulmaya çalışılan bu politikada, çok büyük mesafeler aldı. Şüphesiz ki Ermenistan da bizim bir komşumuz. Ve ayrıca biz geçmişte, bin yıl yaşamışız, bunun sadece 1. Dünya Harbi’ndeki birkaç yılı acı problemlerle vardır. Ama onun dışında, hep beraber birçok ortak kültürümüz vardır, ortak davranışlarımız vardır, dolayısıyla biz Ermenistan ile de ilişkilerimizi normalleştirmeyi çok arzu ediyoruz. Ve Ermenistan’ı ziyaret eden ilk Türk Cumhurbaşkanı ben oldum. Sayın Sarkisyan Cumhurbaşkanı seçilince, kendisine yazdığım bir mektupta ilişkilerimizi, normalleştirme yönünde hep cesur davranılması gerektiğini söyledim. O da beni davet etti ve ben birçok muhalefet ve birçok tepkiye rağmen bu ziyareti yaptım. Sonra o da Türkiye’ye geldi, ben davet ettim. Şimdi siyasi irademiz, ilişkileri tabi ki normalleştirmeli. Söylediğiniz gibi protokoller imzalandı. Bunları tabi ki geçirmeyi de arzu ediyoruz. Ama sorunuzda doğrusu şöyle bir şeyi garipsedim, Azerbaycan’dan Ermenistan’ın çekilmesini, dediniz. Azerbaycan’ın topraklarının yüzde 20’sinin Ermenistan tarafından işgal edildiği, BM güvenlik konseyi tarafından da tanınan, bilinen ve bu işgalin sona ermesini, herhalde hepimizin arzu etmesi gerekir. Yani o önemsiz bir olay gibi, herhalde göremeyiz. Ben, onunla bunu birbirine bağlamıyorum, yanlış anlamayın. Ama şimdi büyük bir resme baktığımızda, sizin sorunuzla, Azerbaycan’ın topraklarını işgal ettiği için mi siz bu protokolü imzalamıyorsunuz, derseniz, o zaman sanki siz o işgali meşru görüyor gibi veya önemsiz görüyor gibi bir durum çıkar ki bu Avrupa Konseyi’nin de Birleşmiş Milletler’in de prensiplerine çok aykırı olur. Azerbaycan toprak bütünlüğü herkes tanıyor. Aslında Ermenistan da o toprakların Azerbaycan’a ait olduğunu, işgal ettiği toprakların Azerbaycan’a ait olduğunu o da biliyor. Şimdi buradan şuna gelmek isterim, Kafkasların tamamen bir güvenli ve iş birliği alanı haline dönmesi gerekir. Büyük resme baktığımızda, Türkiye, Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan, Rusya bu bölgeyi biz bir güvenli bir işbirliği alanı haline getirmemiz lazım. Unutmayın ki buradaki problemler olduğu süre içerisinde Kafkaslar Avrupa ile Asya arasında bir duvardır. Ama burada güvenlik sağlandığı ve buradaki problemler çözüldüğünde ise o zaman Kafkaslar Avrupa ve Asya arasında çok büyük bir kapı olur. Ve bütün Kafkasların refahı, ekonomik kalkınması, süratli bir şekilde gelişir. Onun için hepimizin kararlı bir şekilde bu problemleri çözmek için çalışması lazım. Biz bu yönde çok iradeliyiz. Onun için donmuş olan ilişkiler, bu noktaya geldi. Ama kronik problemler birden de çözülemiyor, gördüğünüz gibi. Ümit ederim ki bütün alandaki problemler çözülür. Ve Kafkaslar, çok büyük bir işbirliği alanı haline gelir ve refahın çok geliştiği bir nokta. Biz, şimdiye kadar attığımız adımların arkasındayız. Ve bu süreci de çalıştırmaya yine kararlıyız, bunun bilinmesini isterim.
SORU: Sayın Cumhurbaşkanı, sizi burada aramızda görmekten büyük bir memnuniyet duyuyoruz. Bu fırsattan istifade ederek, ana dilimizde Türkçe olarak soru sormak istiyorum. Son zamanlarda bilhassa batı ve Amerikan basınında, Türkiye’nin sırtını batıya çevirdiği, döndüğü, batıdan uzaklaştığı ve yüzünü Ortadoğu’ya çevirdiğine dair tartışmalar cereyan ediyor. Siz bu konuda bir değerlendirme yapabilir misiniz, gerçekten Türkiye’nin ekseni kaymış mıdır, teşekkür ederim.
SAYIN CUMHURBAŞKANI: Söylediğiniz gibi gerçekten, son dönemlerde çok makaleler çıkıyor, Türkiye ile ilgili bu yönde. Türkiye’nin ekseninin kayıp kaymadığına bakmak için neye bakmak gerekir, önce onu söylemek isterim. Demin burada yaptığım konuşmada veya şimdi burada hep yaptığımız görüşmelerde, konuşmalarda ortaya çıkarttığımız demokratik standartlar, hukuk standartları, insan hakları standartları, bütün bu değerler açısından bakmamız lazım. Eğer bu değerlerde bir gerileme varsa, o zaman Türkiye’nin ekseni kayıyor diye Türkiye’nin dostları tereddüt edebilir. Ama tam tersine, demokrasi giderek daha kökleşiyorsa, insan haklarıyla ilgili problemler çözülüp insan hakları standartları daha çok yükseliyorsa, kadın erkek eşitliği ile ilgili yeni yeni adımlar atılıyorsa, hesap verilebilirlik, şeffaflık konularında gerileme değil, ilerleme oluyorsa, o zaman Türkiye’nin ekseni ile ilgili tereddütleri doğru görmem açıkçası. Tabi ki Türkiye’nin bütün ülkelerle işbirliğine girmesi hakkı var. Türkiye’nin kendisine jeopolitik ve jeostratejik konumu açısından bunu değerlendirmesi de hakkı. İngiltere’ye biz hiç Commonwealth topluluğu içerisinde çok aktifsin, Malezya’dan Afrika’dan Cameron’a kadar herkesle işbirliği içerisindesin, diye bir tenkit yürütebilir miyiz? Yapamayız tabi ki. Veya Fransa’nın Afrika’daki tarihten gelen ilişkilerini canlandırması, değerlendirmesine bir şey denebilir mi, denemez tabi ki. Dolayısıyla Türkiye’nin de çok yanlı bir dış politika çerçevesi içerisinde, tarihten gelen dostlukları olan, ilişkisi olan ülkelerle, daha çok işbirliği içerisinde, siyasi işbirliği içinde olmasını, herkesin normal karşılaması gerekir. Türkiye, Avrupa Konseyi’nin kurucusu olan bir ülke. Avrupa Konseyi’ne çok değer veren bir ülke. AB ile tam üyelik müzakereliğini yürüten bir ülke. O bakımdan bu tip tereddütleri doğrusu gereksiz görürüm.