"Sayın Genelkurmay Başkanı,
Silahlı Kuvvetlerimizin Kıymetli Komutanları,
Harp Akademilerimizin Seçkin Mensupları,
Değerli Kurmay Subaylar,
Önce hepinize hayırlı sabahlar diliyorum. Bugün burada 162 senelik bir maziye sahip Silahlı Kuvvetlerimizin kurmay subaylarını yetiştiren ilim ve irfan yuvası Harp Akademileri'nde sizlerle biraraya gelmekten, gerçekten büyük bir kıvanç duyuyorum. Hepinizi içtenlikle selamlıyorum.
Sözlerimin hemen başında, son günlerde meydana gelen menfur terör olaylarında hayatını kaybeden askerlerimize ve onların eşleri, çocukları; hepsine, şehitlerimize Allah'tan rahmet diliyorum. Gazilerimize tekrar şifa diliyorum ve Türk Silahlı Kuvvetlerimizin bütün mensuplarına başsağlığı diliyorum. Bu konuyla ilgili değerlendirmelerimi, konuşmamın sonuna bırakıyorum. Ama ondan önce, şöyle bir, dünyayla ve Türkiye'yle ilgili bir gözden geçirme yapacağım ve hep beraber bir değerlendirmede bulunacağız.
Sanıyorum, sizler de takip etmişsinizdir. Geçen hafta, 28 yıl aradan sonra, Güney Kore'ye Cumhurbaşkanı düzeyinde bir seyahat yapmıştım. Bu seyahatin benim için en önemli yanlarından birisi, Busan'da Birleşmiş Milletler Anıt Mezarlığı'nı ziyaret etmek oldu. Bu ziyaretim esnasında Türkiye'den, yıllar önce, 60 yıl önce orada savaşan, gazi olan subay, er, çeşitli rütbelerle, bazı gazilerimizi de götürdüm. Orada, doğrusu, şehitlikte, gerçekten, Türk askerinin sadece kendi vatanı için değil, yeri geldiğinde insanlık için de ne büyük fedakârlıklarda bulunduklarını yakından gördüm. Bir kez daha tabii ki gururlandım. Şehitlerimizi büyük bir saygıyla andık.
Ama beni onurlandıran başka bir şey de şu oldu: Kore'de gerçekten herkes, Türkiye'ye olan büyük bir sevgiyi ve bu anıyı unutmamışlar ve beni her yerde "kan kardeşi" diye çağırdılar ve böyle hitap ettiler. Hatta giderken, uçakta, gazetecilere "Biz kaç kişiyle Kore'ye gittik?" diye sorduğumda, bana kimi "bin" dedi, kimi "2 bin" dedi ama, 15 bin Türk askerinin savaşmak için 60 yıl önce Kore'ye gittiğini ve 1971 yılına kadar geçen süre içerisinde 55 bine yakın Türk askerinin oraya gittiğini, doğrusu hiç bilen çıkmadı. Koreliler ise bunu hiç unutmadıklarını daima söylediler. Sadece tabii ki Kore'de değil, Cumhurbaşkanı olduğum süre içerisinde karşılaştığım birçok devlet adamları, mesela Singapur Cumhurbaşkanı, -hiç kimsenin aklına gelmez- "Sizin Kore'ye gitmeniz, sadece Kore'yi değil, bütün bizim bölgemizi korudu ve bundan dolayı benim yaşımdaki herkesin evinde Atatürk'ün ve Kore'deki Türk askerlerinin resmi başucumuzda durur." demişti. Aynı şekilde, Afrika için de söz konusu, birçok ülke için de. Nasıl, Kurtuluş Savaşlarında Türkiye'yi örnek aldıkları ve Atatürk'ü hayranla okuduklarını hep beraber biliyoruz. Tabii ki bütün bunlarla hep gurur duyuyoruz. Bu askerimizle, Silahlı Kuvvetlerimizle duyduğumuz gururu ve sizlere duyduğumuz güveni, bir kez daha tabii ki artırıyor.
Burada açıkçası, bir hamaset yapmıyorum. Çünkü dünya tarafından kabul edilmiş, dünya tarafından takdirle, gerçekten ibretle tanınmış bir kahramanlık örneği, askeri tarihimizde hep doludur. Yeri geldiğinde bunun takdir edilmesi de şüphesiz ki bizi mutlu etmektedir. Demin söylediğim gibi, Türk askeri sadece kendi vatanını korumamış, insanlık adına da başka bölgelerde büyük görevler yapmıştır. Bunları bugün de Kosova'da, Bosna'da, Lübnan'da, Afganistan'da, Afgan'ın farklı yerlerinde aynı şekilde büyük bir görev aşkıyla yapmaya devam ediyoruz ve bütün bunlar Türkiye'ye gerçekten çok büyük güç katmaktadır.
Değerli Türk Silahlı Kuvvetleri Mensupları,
Sözlerime Kore Savaşı'yla başladım. İkinci Dünya Savaşı'nı takip eden yıllarda askerlerimiz, Kore yarımadasına giderken, nasıl, o zaman yeni bir dünya kurulmakta idiyse, bugün de artık uluslararası sistemin, küresel düzenin ve dünya dengelerinin süratle değiştiği bir dönemden geçiyoruz. Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte, uluslararası ilişkilere hâkim olan eski düşünce kalıpları, geçerliliğini artık büyük ölçüde kaybetmiştir. Bu süre zarfında, içinde bulunduğumuz siyasi coğrafya da çok değişmiştir. Artık Rusya'yla ortak bir kara sınırımız yoktur. Keza Batımızdaki ülkelerin, rejimleri çok değişmiştir. Bulgaristan'la eski ilişkilerimiz nerede? Bugün Avrupa Birliği ve NATO içerisinde müttefik dost iki ülke haline gelmiş vaziyetteyiz.
Balkanlarda hızlı değişimler yaşanmış, yeni ülkeler ortaya çıkmış. Dün, Balkan Konferansı çerçevesinde, 12 cumhurbaşkanı vardı İstanbul'da. Akşam yemeğinde oturduğumuz masada, iki ülkenin temsilcisi yeniydi. Eski Çekoslovakya, birisi Çek Cumhuriyeti'nden, birisi Slovenya'dandı. Diğerlerinin hepsi de eski Yugoslavya'dandı. Hiçbiri, bundan 15 sene önce tek başına devlet değillerdi; gayet somut bir değişiklik göstergesi.
Ortadoğu'da da yine aynı şekilde büyük değişiklikler söz konusu. Irak'ta çok büyük değişiklikler var. İşin nereye gideceğini hâlâ tam kestiremiyoruz. Filistin meselesi, dünyanın her tarafında, bazı hareketlere adeta gerekçe teşkil edecek kadar acıyan bir yara şeklinde devam ediyor. Doğu sınırlarımıza baktığımızda, artık sınırımızda Azerbaycan, kardeş bir ülke var. Yine, Orta Asya'ya baktığımızda, dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimizin oluşturduğu devletler var ve aynı milletten ama birçok devletimizin ortaya çıktığı bir gerçekle karşı karşıya kalırız. Her ne kadar bu devletlerin kendi sorunları hâlâ var, hâlâ yapılaşma oluşma ve kuruluş dönemlerini geçiriyorlarsa da, inanıyorum ki gelecekleri hepsinin çok parlak olacaktır.
Biraz daha Doğu'ya gittiğimizde, Asya kıtasının enerjisi, dinamizmi, nitelikli nüfusuyla adeta yeniden doğduğunu görüyoruz. Geniş bir tarihi perspektiften baktığımızda; birçok buluşlar, birçok canlılıklar, hatta düşünce, felsefeler hep Asya'dan başlamıştı. Daha sonra Batı'ya geçti, Sanayi Devrimi oldu, İngiltere, Amerika yükselen bir değer haline geldi, büyük bir ülke oldu ve tekrar bir Circle'ın tamamlanmak üzere olduğunu 10-15-20 sene sonra görüyoruz.
Yapılan bütün analizlerde, dünyanın güç merkezinin Asya'ya doğru kaydığını, gerek ekonomik olsun, gerek diğer göstergelerle, gayet açık bir şekilde raporlar ortaya koymaktadır. Bugün öyle ki, hepimiz hayretle takip ediyoruz. Amerika'da bir Amerikan vatandaşı hesabını açtırmak için telefon ettiğinde, aslında Hindistan'dan birisi onun hesabını açıyor veya New York'un kanalizasyon işlerini Hindistan'dan organize ediyorlar. Böyle bir dünyada yaşıyoruz. Ve 15-20 sene sonra Çin'in, dünyanın birinci ekonomisi olacağını, Amerika'nın ikinci ama biraz sonra, Hindistan'ın Amerika'yı da geçip ikinci, Amerika'nın üçüncü olacağını, Avrupa Birliği'nin çok daha arkalarda kalacağını yine bütün raporlar, analizler ortaya koymakta.
Latin Amerika, ayrı bir dinamizm içerisinde, büyük atılımlar içerisinde. Kendi kaynaklarını daha çok kullanmaya çalışıyor ve ortaya çıkmaya çalışıyor.
Afrika'ya baktığımızda ise maalesef, insanlığın büyük yarası ve insanlık açısından gerçekten elem duyulacak büyük problemlerle kıvranan bir kıta. Belki ileride bundan dolayı büyük problemler de söz konusu olacak.
Bütün bunlara baktıktan sonra ve bir de dünyadaki diğer değişimlere bakarsak, bazılarının dünyayı düz gösterdiği, "The World is Flat" dedikleri gerçeğe baktığınızda, dünyada büyük bir teknolojik ve iletişim alanında inanılmaz bir değişimle karşı karşıyayız.
Birkaç sene önce cep telefonlarını hayranlıkla izlerken, konuşurken, şimdi internet vasıtasıyla cep telefonlarını kullanıyoruz, canlı yayınları takip ediyoruz, televizyonları izliyoruz ve giderek dünya şeffaflaşıyor ve giderek haber kaynakları da çoğalıyor. Eskiden belki, -bu çok yakın eskiden bahsediyorum- kaynaklar yine tekellerin elindeyken, şimdi artık bu tekeller de kırılmakta, herkes kendi kaynağını adeta üretmekte ve haberleşme dünyasına bütün haberler kontrolsüz bir şekilde girmeye başlamaktadır. Tabii böyle bir enformasyon çağında, dünya da tamamen kontrolden çıkmakta ve her şey yeniden, gerçekten düşünülme noktasına gelmektedir.
Teknolojideki ve gündelik hayatımızdaki bütün bu gelişmeler, hiç kuşkusuz, insanoğlunun dünyaya ve hayata bakışındaki değişimin hem bir sebebi olmakta, hem de bir sonucu haline gelmektedir. İnsanoğlunun, içinden geçmekte olduğu büyük bu dönüşüm, düşünsel dönüşüm, teknoloji ve gündelik hayatımızı etkilediği kadar, devleti ve devlet idarelerini de etkilemektedir, bu değişim.
Bugün, sivil toplum örgütleri o hale gelmektedir ki, sesleri artık birçok devlet kurumlarından daha güçlü çıkmaya başlamakta ve bunlar bazen daha inandırıcı da olmaya gelmekte. Hatta uluslararası ilişkilerde bile, muhataplar artık onlar haline gelmeye başlamaktadır.
Dolayısıyla, böyle bir dünyayı iyi okumamız ve böyle bir dünyanın, böyle bir dünyadaki sessiz devrimi iyi anlamamız gerekmektedir. Öyle ki, bu değişim bir adaptasyon süreci de tanımadan hızlı olmaktadır. Teknolojideki, enformasyon teknolojisindeki bu değişim o kadar hızlı olmakta ki, kendimizi adapte edelim, kendimizi uyarlayalım demeye bile imkân bulamamaktayız. Ve bu tabii ki yeni tehditleri, yeni imkânları, bunları da hep beraber ortaya çıkartmaktadır.
Tabii ki son yıllarda özellikle iki kutuplu dünya ve soğuk savaş dönemi bittikten sonra, ortaya artık tahlili zor bir dünya da çıkmaktadır. "Kim dost, kim düşman" bunları ayırt etmek de gerçekten biraz sıkıntılı hale gelmektedir. Eskiden bilmekteydiniz; nasıl sizin elektronik harpte kırmızı-yeşil yanınca, kim düşmandır, kim dosttur; bunu rahatlıkla analiz edebiliyorsanız, eski dünya böyleydi ama bugünkü dünya böyle değil. Bazen komşunuzdan, bazen müttefikinizden, bazen en yakın kardeş bildiğinizden, bazen de içine girmek için uğraştığınız birliklerden, doğrusu, dostça, düşmanca tavırlar, farklı farklı gelebilmektedir. Dolayısıyla bunları hepimizin yeniden değerlendirmesi ve çok dinamik bir süreç ve çok fleksible bir süreç içerisine girdiğimizi kavramamız gerekmektedir. Eski kalıplarla, eski düşüncelerle, eski metotlarla bunları iyi kavramamız mümkün değildir.
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Değerli Mensupları,
Tüm bu süreçte Türkiye'nin de değiştiğini ve geliştiğini unutmayalım. İstesek de istemesek de, bu dünya herkesi, bu kürenin içinde bulunan herkesi etkilemektedir. Ama Türkiye arzulu bir şekilde bu değişimin de içindedir. Ülkemizde, siyasetten ekonomiye ve ticarete, hukuk sistemimize, sosyal hayatımıza kadar her şeyde köklü bir değişim söz konusudur. Bu dönüşümün esas hedefi, günümüz dünyasına ayak uydurmak, çağın gereklerini yapmak ve geride kalmamaktır.
Her şeyden önce bu değişimi anlamak için, Türkiye, Avrupa Birliği'yle tam üyelik müzakerelerine başlamış olan bir ülkedir. Tenkitlerimiz, kritiklerimiz; bütün bunlar bir yana ama, ortada gerçek olan bir şey var ki, 60 senedir bir devlet politikası şeklinde yürüttüğümüz, kağıtlarımıza geçirdiğimiz, metinlerimize geçirdiğimiz, söylemlerimize ve anlaşmalarımıza geçirdiğimiz ve nihayet de müzakere sürecine başladığımız ve bu süreçte bazen ileri, bazen yavaş, bazen durarak mesafe aldığımız bir ülkedir. Bu da, Türkiye'nin istikrarlı ve kurumsallaşmış bir demokrasinin mevcudiyeti, hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü, insan haklarına saygı gibi alanlarda ulaştığı düzeyin çok mühim bir göstergesidir.
Şunu doğrusu hiç unutmamamız lâzım: Avrupa Birliği'yle müzakereye başlamanın iki tane koşulu vardı. Bu iki koşuldan biri, o ülkenin demokratik standartlarının, hukuk standartlarının herhangi bir Avrupa ülkesi seviyesine ulaşması, -noksanlar olabilir ama- temel kriterleri yerine getirmesi; diğeri de, işleyen bir piyasa ekonomisinin gerçekleşmesi. Türkiye ilk defa, nüfusunun büyük bir çoğunluğu Müslüman olan, ilk defa bu Avrupa tipi standartları, demokratik standartları gerçekleştirmiş bir ülke; Müslüman bir ülke. Bunun anlamı gerçekten çok büyük. Bunun anlamı, sadece bizle, bölgemizle değil, bunun anlamı, aslında dünyaya verilecek katkı açısından çok önemli. O bakımdan, zaman zaman Türkiye'yi tenkit edenler, bu gerçeği göz önünde tutmuyorlar. Muhakkak ki noksanlar olabilir, muhakkak ki hâlâ yapılacak şeyler olabilir. Hiç kimse perfect değil. Bizim de bu anlamda hiçbir komplekse kapılmadan, "daha yapacaklarımız var" dememiz gayet normaldir. Ama unutulmaması gereken şey, Türkiye herhangi bir Avrupa ülkesindeki demokratik ve hukuk standartlarını yakalamıştır ve bunların temel unsurlarını bu ülkede gerçekleştirmiştir ve bundan dolayı da müzakerelere başlamıştır. Ekonomik açıdan baktığımızda ise, tabii ki Türkiye'de yine çok inanılmaz, çok büyük, hızlı bir değişim vardır. Dünyanın da çok dikkatini çekmektedir. G-20 içerisine giren, Avrupa'nın altıncı, dünyanın on altıncı büyük ekonomisi, IMF'in harcama paritesine göre 1 trilyon dolarlık milli gelire, GDP'ye ulaşmış olan bir ülke. Bu ülke, doğrusu çok büyük, gerçekten göz kamaştırmaktadır.
1980'li yıllarda Türkiye'nin dış ticaret hacmi, ithalat ve ihracatın toplamı 5 milyar dolardı. Bugün bu 350 milyar dolara ulaşmıştır. Dünyanın yaşadığı bütün krize rağmen, geçen sene 100 milyar doların üstünde ihracat yapan ve ihracatının yüzde 95'i sanayi ürünleri olan bir ülkedir.
Dolayısıyla, Türkiye inanılmaz bir şekilde değişmektedir ve bu sadece sattıkları, başkalarının gelip burada ürettikleri değil; kendi tasarımları, kendi geliştirdiği ürünler, kendi projeleri ve bu büyük bir dikkat çekmektedir.
Unutmayın ki, Türkiye, bütün dünyada olduğu gibi, başkasının tasarrufunu da çekip kendi kalkınmasına kullanma arzusu içerisindedir. Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa; bunlar en büyük yabancı sermayeyi çeken ülkelerdir. Japon'un da, Arap'ın da, Rus'un da, başkasının da birikmiş tasarruflarını kendi ülkelerine çekip, kalkınma için kullanan ülkelerdir ve Türkiye'nin de tasarruf imkânını düşündüğümüzde, kendi tasarruflarımız, Türkiye'nin hızlı kalkınmasını, süratli kalkınmasını besleyecek yeterlilikte değildir.
Dolayısıyla, bizim de tabii Arap'ın, Japon'un, Rus'un, Amerikalının, İngiliz'in tasarruflarını Türkiye'ye getirip, Türkiye'nin kalkınması için kullanmamız, en tabii ve en doğal hakkımızdır. Ama aynı ülke, bu ülke, 2000 yıllarına kadar yılda 1 milyar dolar kadar bile yabancı sermaye ve tasarrufu Türkiye'ye getiremezken, son geçen seneki kriz döneminde bile 8 milyar doları getirmiştir. Hâlbuki Türkiye aynı Türkiye'ydi, İstanbul aynı İstanbul'du, aynı coğrafyamız, aynı nüfusumuz vardı. Ama kurallarımız ve hukuk sistemimiz, doğrusu, güven vermiyordu. Kurallarımız ve hukuk sistemimizdeki değişiklikler, demin söylediğim kriterlerdeki standartların yükselmesi, Türkiye'yi inanılmaz bir cazibe merkezi haline getirmiştir ve onun için son yıllarda çok hızlı bir şekilde, geçen seneyi eğer hariç tutarsak,yüzde 7, yüzde 8 büyümeyi gerçekleştiren bir ülke olmuştur.
Türk şirketleri aynı şekilde dünyada çok büyük yatırımlar yapmaktadır ve bugün dünyada global Türk sermayesi ve Türk müteşebbisleri diye bir anlam vardır. Rusya'ya gittiğinizde, 15 milyar dolar Türklerin Rusya'da yatırımı vardır, çalıştırdıkları fabrikalar vardır. Bir zamanlar pencere camını Türkiye yapamazdı, teknolojisi yoktu. Müttefiklerimizin vermediği o teknolojiyi Rusya'dan almıştık. Ama bugün Rusya'nın en büyük cam fabrikaları, Türkiye'nin elindedir; Şişecam'dır onların sahibi ve binlerce Rus'u istihdam ettiği gibi, oradan da bütün eski Sovyetlere çok büyük ihracatlar yapmaktadır.
Turizmde Türkiye'nin geldiği durum, inanılmazdır. Geçen sene 30 milyona yakın turist gelmiştir. Bakın size bir örnek vereyim; rakamı söylemesem inanın hiçbiriniz tahmin edemezsiniz; sadece Antalya'da geçen sene 267 tane beş yıldızlı otel vardı, dört yıldızlı otelleri söylemiyorum. Sadece Antalya ilinde 267 tane beş yıldızlı otel vardı ve sadece Antalya'ya geçen sene 170 bin uçak inmiştir.
Türkiye'nin geldiği nokta, gerçekten inanılmaz bir şekilde göz kamaştırıcıdır. Türk müteahhitleri, dünyanın ikinci büyük müteahhitleri olmuştur; Çin'den sonra. Nereye giderseniz gidin, Rusya'ya, Orta Asya'ya, Afrika'ya, Avrupa'ya; çok büyük projeler Türk şirketleri tarafından gerçekleştirilmektedir; havaalanları, limanlar. Dünyada 225 tane büyük müteahhitlik şirketi içerisinde Çin'den sonra ikinci olan Türkiye'dir ve 31 tane şirketi vardır.
Türkiye, doğrusu, her alanda; savunma sanayiinde yapılanları değerli komutanlarımız en iyi şekilde bilmektedir. Artık ihtiyaçlarımızın yüzde 45'ini yerli üretimle karşılayacak duruma gelmiş vaziyetteyiz. Ben yaptığım ziyaretlerde başka ülkelere artık savunma sanayiimizin ürünlerini satmak için uğraşıyorum. Gemileri satmak için, botları satmak için, tankları, "Müşteri olun, Atak helikopterini size de verelim." diye. Bu noktaya gelmiş vaziyetteyiz. Yine zırhlı muharebe araçları, elektronik harp sistemleri, komuta kontrol, askeri gemi, kripto, simülasyon gibi alanlarda, inanılmaz mesafeler almış vaziyetteyiz. Bunlar tabii çok önemli.
Kimsenin bilmediği Türkiye'nin çok daha önemli başka kriteri var, Türkiye'nin geldiği durumu göstermek için. Hepimizin zihnindedir, "70 cent'e muhtaç duruma düştük" dediğimiz günler. Gerçekten, Lüksemburg gibi 500 bin nüfusu olan bir ülke, bize 1 milyon dolar yardım yapacak diye, sonra o yardımdan vazgeçmişti, büyük olaylar olmuştu. Bunlar 20-30-40 sene öncenin olayları değildir.
Bugün Türkiye, Donörler Kulübü'nün üyesidir, OECD'de. Yani karşılıksız, hiçbir karşılık beklemeden, insanlık adına kalkınma yardımı yapan ve yılda 1,5 milyar dolar, insanlık için yardım yapan bir ülkedir. Afrika'daki susuz insana, aç insana, Balkanlardaki, Orta Asya'daki, Kafkasya'daki ihtiyaç halinde olan insanlara, Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi TİKA, 800 milyon dolar sadece o yapmıştır.
Türkiye'nin sivil toplum örgütleri, Kızılay başta olmak üzere, inanılmaz bir şekilde, büyük bir faaliyet içerisindedir ve bu ancak büyük ülkelerin, ancak güçlü, gelişmiş ülkelerin yapabileceği bir iştir. Kendi derdiyle meşgul olurken, kendi derdinin dışında başka insanlarla da uğraşabilmek. O bakımdan, Türkiye'nin kıvanç duyacağı gerçekten çok büyük tabii gelişmeler vardır.
Kültürel alanda ise yine olağanüstü başarılar söz konusudur. Beğeniriz, beğenmeyiz, çeşitli şekilde tenkitler olabilir ama, Nobel kazanmış olan bir yazar, nihayette Türkçe yazdığı için kazanmıştır ve onun kitapları dünyanın her tarafında satıyorsa, Türkiye'yi, İstanbul'u, bunları anlatmaktadır ve herkese bir Türkiye sevgisi yine aşılamaktadır. Sanatta aynı şekilde, sinemada aynı şekilde, daha önce hiç kazanmadığımız başarılar söz konusudur.
Ve çok önemli bir gelişmedir Türkiye'de, -ki bunu 5-10 sene göreceğiz- araştırma, geliştirme ve bilimsel faaliyetlerdedir. Çok büyük fonlar ayrılmıştır ve inanıyorum ki kısa süre içerisinde, milli gelirimizin yüzde 2'sini yakalayacak bir fon ayrılmaya başlayacak. Şu anda yüzde 1'ini yakalamış vaziyetteyiz. Araştırma ve geliştirmeye yatırım yapmayan ülkeler, daima teknoloji transferine mahkum ülkelerdir. Türkiye gibi büyük bir ülke, teknoloji transferiyle devam edemez. Türkiye'nin teknolojiyi üretmesi, bilimi geliştirmesi, kendi icatlarını, buluşlarını yapması gerekmektedir. Türkiye gibi büyük, tarihi geçmişi olan, müktesebatı olan, siyasi anlamı olan, büyük coğrafyası olan, güçlü silahlı kuvvetleri olan bir ülkenin araştırma ve geliştirmeye öncelik vermemesi kadar büyük bir hata olmaz.
Maalesef uzun yıllar, çok ihmal ettiğimiz bir konuda, çok yakından takip ettiğim için biliyorum, son yıllarda inanılmaz fonlar, yerli ve yabancı, Avrupa çerçeve programı çerçevesinde, çok büyük fonlar almaktayız. Çünkü oraya biz de katkı yapmaktayız. Bütün bunlar, 5-10 sene sonra, ABD, Avrupa, Çin, Hindistan, Kore ve daha sonra Türkiye'nin isminin geçtiğini hep beraber göreceğiz.
Çok Değerli Silahlı Kuvvetlerimizin Mensupları,
Tüm bu değişikliklerin stratejik konumumuza ve uluslararası sahnede üstlendiğimiz sorumluluğa etkisi iki türlü olmuştur. Çevremizdeki istikrarsızlık bölgelerinde, barış, huzur ve refahın, temin ve tesisine yönelik katkı imkanlarımız artmış ve bütün buralarda varlığımızı hep göstermeye başlamışız. Ve aynı coğrafyayı paylaştığımız ülkelerle bölge barışına, huzuruna ve refahına katkı sonucu elde edeceğimiz müşterek menfaatler artmıştır.
Unutmayalım ki dünyanın hangi bölgesi olursa olsun, güvenlik, istikrar söz konusu olmadığında, ekonomik işbirliğinden bahsedemeyiz. Ekonomik işbirliği olmayınca da kesinlikle refah olmayacaktır. Refahın olmadığı yerde de, mutsuz insanların olduğu yerde de istismara açık, daima alanlar olacaktır. Ve bunları yeri geldiğinde kullanmasını bilenler de kullanacaklardır.
Bu artan gücümüzde şüphesiz ki TSK'nın çok büyük katkısı vardır. Türk Ordusunun tarihin derinliğinden süzülüp gelen üstün meziyetleri, konuşmamın başında da söylediğim gibi, bütün dünya tarafından takdir edilmektedir ve bilinmektedir. Bunu muhakkak ki en güçlü şekilde tutmak, en güçlü şekilde donatmak ve geliştirmek, hepimizin birinci önceliklerindendir, asla ihmal edemeyiz.
Böyle bir bölgede, böyle kırılgan bir bölgede, hâlâ istikrarın, güvenliğin oluşmadığı, hâlâ temel sorunların çözülmediği, hâlâ bu coğrafyanın birçok kırılganlıklara sahne olduğu ve belirsizliklerin olduğu bir ülkede, TSK'yı güçlü tutmak, her bakımdan ona verdiğimiz önemi göstermek, hepimizin önde gelen görevlerinden birisidir. Şu, yine herkesin bildiği ve önce siz kurmayların bildiği bir gerçektir ki: Caydırıcılık her ihtimale karşı ve her zaman elzemdir. Aslında geçmişte bunu çok güzel de ifade etmişler: "Hazır ol cenge, eğer istersen sulh-u salâh." Sizler aslında savaşmak için değil, savaşı önlemek için, savaşın çıkmasına fırsat vermemek için hazırsınız. Ve hazır olmak için çalışıyorsunuz. Eğitiminizi onun için alıyorsunuz, komutanlar onun için gece gündüz çırpınıyorlar. Buna eğer "hard power" diyecek olursak ve bunu muhakkak güçlü bir şekilde tutmamız ve çağa ayak uyduracak şekilde, gücünü artırarak devam ettirmemiz gerekirse, bir de diğer yandan "soft power" diye bugün anlatılan konular vardır. Bunlar gayet açık bir şekilde ekonominin güçlü olması, demokratik standartların güçlü olması, kültür hayatının güçlü olması, araştırma-geliştirme konularında, eğitim konularında ülkenin güçlü olması, bunların alt başlıklarını tabii ki koyabiliriz. Bunları ne kadar güçlü hale getirirsek, bir ülkeyi ne kadar şeffaf yapabilirsek, bir ülkenin yöneticileri ne kadar yeri geldiğinde hesap verebilir hale gelirse, bir ülkede kadın- erkek eşitlikleri ne kadar tam sağlanırsa, bir ülkede yolsuzluklar ne kadar minimuma indiyse, ki bunlar, ölüm cezası bile verseniz, bazı suçlar devam etmektedir. Dolayısıyla, bunları muhakkak ki sıfırlamak hedeftir. Ama bunları yok denecek hale getirdiysek, o kadar o ülkenin "soft power"ından bahsedebiliriz ve güçlü diyebiliriz. Ve o kadar o ülkenin itibarı olur.
Hakkımızda görmediğimiz, yazılan, hazırlanan raporlar, o kadar güzel yazılır veya bu söylediğim noksanlıklar varsa bir ülkede, onlar da defolu bir ülke sınıfında olarak gösterilir. O bakımdan Türkiye'nin bu "hard power"u dediğimiz çok güçlü ordusu, iyi donanımıyla, modern teçhizatlarla ve bunları kendisi üreterek güçlü hale gelen ordusuyla, Türkiye'yi, siyasi, demokratik, ekonomik, bilim-kültür, eğitim alanında, çok güçlü hale getirmemiz gerekmektedir. Bunları yapamadığımız süre içerisinde doğrusu noksan kalırız. Bunların ikisini bir yapmamız gerekmektedir. Bunların birisi bir tarafta olursa, noksan olursa, birinde tek ayakla yürüyebilmekteyiz. Bunları aslında beraber yapabilen ülkeler, bugün kalkınmış, gelişmiş, güvenlik içerisinde olan ve müreffeh ülkelerdir.
Türkiye'nin övüneceği başka bir şey daha vardır. Çoğumuz deriz ki "Aslında bizim dostumuz yoktur, hep kendi kendimizeyiz." Bazen bunu hepimiz hissederiz. Doğrusu Dışişleri Bakanlığı yapmış bir kişi olarak, bunu zaman zaman çok ben de hissetmişimdir. Ama şöyle bir kendimize geldiğimizde, aslında öyle de değildir. Türkiye'nin itibarı da, dostu da çoktur. Çünkü, Türkiye dostluğu aranan bir ülkedir. Düşmanlığından gerçekten korkulan ve çekinilen bir ülkedir. Bakın size birkaç örnek vereyim, BM Güvenlik Konseyi'ne, biliyorsunuz, biz 60 yıldan sonra seçildik. 60 yıldır yoktuk biz orada. 60 yıl önce de çok kısa bir şekilde orada bulunmuştuk. Burada esas söyleyeceğim şey, bizim aldığımız oy, 151 oyla seçildik biz. 1996'dan bu yana 3 adayla girip de bu kadar oy alan başka bir ülke çıkmamıştır. Size başka örnek vereyim, AB Konseyi Parlamenterler Meclisi. Avrupa Konseyi, AB'den daha büyüktür. 1948'de yeni dünya düzeni kurulurken, Türkiye'nin de kuruculuğuyla kurulmuş, bütün Avrupa ülkelerini biraraya getiren bir kuruluştu. Ben milletvekili olduğum dönemlerde, orada milletvekilliği de yaptım. İnanın ki Türklerin dostu gerçekten olmadığını oralarda görürdüm. Bizimle ilgili oylamalar olduğunda 12 tane Türk milletvekili, biz milli takım gibi, sadece 12 kişi bize oy verirdi, Türkiye'ye. Geri kalan herkes de Türkiye'nin aleyhinde oy verirdi. Çok sıkıntılı, 90'lı yıllardan bahsediyorum, çok sıkıntılı konular gelirdi karşımıza. Yani sizin cephede savaştığınız gibi, bizler de inanın ki parlamentolarda, uluslararası asamblelerde adeta savaşırdık. Böyle bir Parlamentoya bir Türk Başkan seçilmesi, seçimle geldi, karşısında İngiliz vardı, seçim yapıldı, Türk kazandı.
İslam Konferansı Teşkilatı, BM'den sonra ikinci büyük teşkilattır, biz aday bile gösteremezdik, aday. Birkaç kez "aday gösterelim" derdik, geri çekilirdi. Hep aleyhimizde kararlar çıkardı. Otururlardı, hemen Rumların daha çok etkinliği olurdu orada ve hep aleyhimizde kararlar çıkardı. Şimdi Genel Sekreteri bir Türk.
Toplumda çoğu kimse fark etmedi, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı neyse, Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü de aynı derecede ağırlıklı bir örgüt. Buranın başına bundan 3-4 ay önce, bir Türk büyükelçi seçimle geldi. Seçimle geldi, böyle kritik bir yere seçimle geldi. Çok yakın bir süre içerisinde, benim Dışişleri Başdanışmanım, NATO'da Genel Sekreter Yardımcısı olarak göreve başlayacak. Yine aranızdan emekli olan bir generalimiz danışmanım oldu. Şimdi orada çok yüksek bir göreve gelecek. En çok fedakarlık yaptığımız, içinde bulunduğumuz NATO'da bile bu seviyelere hiç gelmemiştik. Bunları yine şunun için söylüyorum: Zaman zaman böyle yalnız hissederiz ama, yeri geldiğinde aslında böyle değil. Yani Türkler'in dostu da gerçekten çok. Çünkü, Türkiye'nin dostluğu çok kıymetlidir. Ve buna yürekten inanıyorum.
Terörle ilgili değerlendirmeme geçmeden önce, şunu da yapmak istiyorum:
"Türkiye'nin yeri yurdu, Türkiye nereye gidiyor, ne yapacak?" Gayet açık söylüyorum, Büyük Atatürk Türkiye'ye hedefini Türkiye Cumhuriyeti kurulunca göstermiştir. Muasır medeniyetlerin üstüne çıkmaktır. Masır medeniyetlerin üstüne çıkmak dediğimizi, biraz açarsak, Anayasamızın temel şartlarını oluşturan, demokratik, laik, bir hukuk devletidir. Bunların alt başlıkları olabilir. Bütün bunları, en olgun şekilde geliştirerek yeni nesillere taşımak zorundayız. Bu yapılırken de dünyada artık hiç kimse tek başına kalmamakta. Küçük marketler bile birleşip büyük marketler haline gelmekte. Türkiye de bunu çok önce, 1960'lı, 50'li yıllarda gördüğü için, Türkiye AB ile bütünleşme kararını almıştır, ta o zamandan. Ve bu yolda da çok demin söylediğim gibi, çok önemli adımlar atmıştır. AB ile aslında tam üyelik, kolay bir şey değildir tabii, özellikle büyük ülkeler için kolay değildir.
Unutmayın ki İngiltere iki kez Fransa tarafından veto edilmiştir. İspanya aday olduğuna, bin pişman edilmiştir, kaç kez geri çevrilmiştir ve 12 yıl almıştır, müzakereye başladıktan sonra. Çünkü bunlar büyük ülkelerdir. Türkiye de büyük ülke olduğu için, nüfusuyla, ekonomisiyle Silahlı Kuvvetleriyle, gücüyle; büyük bir havuza küçük bir taş düşmeyecek. Büyük bir havuzun dengesini bozacak, büyük bir varlık oraya iniyor. Avrupa Parlamentosu'nda Almanya'dan sonra ikinci büyük grup, Türk grubu olacak. Onun için bu süreç tabii ki sancılı ve uzun süreçtir. Görünür, görünmez engeller çıkartılacaktır. Ama bizim için önemli olan şu açıkçası, yani bunu burada söylüyorum size: Tam üyelik olur, olmaz, bu ayrı bir şey. Ama Türkiye'nin o standartlara ulaşacak transformasyonu, değişimi yapması gerekir, kendi içinde. Bu Türkiye'yi güçlü hale getirecektir. Türkiye o transformasyonu yapıp, o seviyeye geldikten sonra, o günkü Türkiye ile bugünkü Türkiye çok farklı olacağı için, belki bugün dolaylı engel çıkartanlar o gün bizi çekmek için daha çok uğraşacak ve belki o zaman Türk halkı "bir düşüneyim" diyecektir. Ama biz bu hedefi kaybettiğimiz süre içerisinde, bu transformasyonu yapamayız. O bakımdan gözü kapalı bir şekilde biz buraya "girelim, girmeyelim" deme yerine, bunu çok ciddi bir şekilde analiz etmemiz gerekir.
Ayrıca ben şuna da inanıyorum: Bu yolda yapılan şeyler, sadece siyasi, demokratik, hukuk meseleleri değildir. İşte gıda güvenliğinden tutun da trafiğe kadar, bazen bu konular, kendi dinamiğimizle olmamakta. Ve size açık söyleyeyim, bu bana elem vermektedir. İnsan arzu eder ki bütün bu değişim, kendi dinamizmimiz, kendi irademiz ve kendi liderliğimiz de gerçekleşsin.
Aslında Cumhuriyetin ilk başında bu irade gösterildi ve Büyük Atatürk, büyük devrimlerle Türkiye'yi bu kulvara soktu. Şimdi bunun sonunu getirmemiz lazım. Bunun sonunu getirmek için de bizim, bunları, Türk halkı hak ettiği için bu standartları yükseltmemiz lazım. 1934 yılında kadınlara seçme ve seçilme hakkı verilirken, Kopenhag kriterleri var diye mi yerine getirdik, onun için mi yaptık? Değil, yoktu o zaman onlar. Dolayısıyla bundan hiçbir komplekse düşmeden, doğrular eğer bizim halkımızın çıkarınaysa bunları bizim yapmamız lazım. Ve bunları yaptığımız süre içerisinde de ekonomi, hukuk, demokratik standartlar bütün bunlar, Türkiye'yi çok güçlü hale getirecektir ve neticede o Türkiye'nin çekiciliği de çok farklı olacaktır. İşte Türkiye böyle bir istikamette gelişmektedir. Ve hedefimiz devlet politikası olduğuna göre, burada hiç şaşmadan yürümemiz lazım.
Netice ne olursa o ayrı, "müzakereler tamamlandı" dendikten sonra biz kendi halkımıza da soracağız, kendimiz de tekrar değerlendireceğiz. Onlar da, bazıları kendi halklarına soracaklar, referandum yapacaklar, o ayrı bir konu. Ama bugün için bizim bu istikameti kaybetmememiz lazım.
Ve şunu da tekrar söylemek istiyorum: Değerler açısından da yani Türkiye'nin yönü, ekseni, sağda mı, solda mı; doğu'da mı batıda mı; bunlar doğrusu çok anlamlı gelmemekte. Önemli olan, Türkiye'deki değerler nedir? Konuştuğumuz ortak değerlerimiz nedir? Ortak değerlerimiz, Türkiye'deki demokrasi, laiklik, hukuk devleti olmak, insan haklarına saygı, serbest piyasa ekonomisi, bütün bunlar varsa, kadın-erkek eşitliği, bütün bu konular varsa, Türkiye doğuda olmuş, batıda olmuş bunun bir anlamı yoktur. Dolayısıyla bu yönde de istikametimiz yine gayet açıktır ve bellidir.
Şimdi bir ülke başka bir ülkeyle işbirliğine girebilir. İngiltere commonwealth topluluğundan vazgeçiyor mu? Ta Avustralya'dan Yeni Zelanda'ya kada,r Afrika'da Kamerun'dan ta Kanada'ya kadar böyle bir tarihten gelen avantajını bırakıyor mu? Bırakmıyor. Fransa, Afrika ile ilişkilerinden vazgeçiyor mu? İspanya, Latin Amerika'nın en devrimci ülkeleriyle, çok yakın temas içinde, özel anlaşmalar içinde değil mi? Dolayısıyla Türkiye de tabii ki komşularıyla, tabii ki Türk cumhuriyetleriyle, tabii ki bütün İslam dünyasıyla, çok daha özel ilişkiler içinde olacaktır. Ama bu aynı zamanda Türkiye'nin "soft Power"ının bu ülkelere dolaylı olarak yansıtılması anlamına da gelmektedir. İnanın ki bazen başbaşa cumhurbaşkanlarıyla yaptığımız görüşmelerde, öyle şeyler söylerler ki bunları kamuoyuyla paylaşamazsınız. Türkiye, büyük bir ibretle takip edilmekte ve örnek alınmaktadır. İşte böyle bir Türkiye'ye maalesef yolunda yürünmesine engel olunmaktadır. Geçmişte de bu zaman zaman olmuştur. O zaman Türkiye toparlansa, "take off" dediğimiz, kendisini alıp da uçağının irtifası yükselmeye başlasa, bu tip şeyler olmuştur.
Memleketin, ülkenin, Cumhuriyetin kuruluş yıllarında da bütün bunlar olmuştur. Bütün bunları hep aşmıştır. Ama bugün karşılaştığımız konu gerçekten, yani terör, yeni bir fenomendir, ortaya çıkan.
Konuşmamın başında da ifade ettiğim üzere, maalesef terör, ülkemizde can almaya da devam etmektedir. Bir kez daha bütün şehitlerimizi şükranla anıyorum, gazilerimize hep şifa diliyorum. Ve bütün ailelere de sabır diliyorum. TSK'ya, Türk halkına, polis teşkilatımıza, güvenlik teşkilatlarımıza iradelerini ve bütün milletimizin desteğinin yanlarında olduğunu da söylemek istiyorum.
Bu konu, bugün Türkiye'nin birinci meselesidir. Kesinlikle Türkiye'nin birinci meselesidir. Bu konu Türkiye'de tam kontrol altına alınmadan, Türkiye'nin diğer konularında gelişmek ve ileri gitmek zordur. Bunu bildiği için zaten terör karşımıza çıkmaktadır. Türkiye bu engeli aşmak ve bu tuzaktan da kurtulmak zorundadır. Terörün birçok çeşitli yüzü de vardır. Bizimki maalesef en kötüsüdür. Çünkü bölücü ve etnik bir temele dayalı bir terördür. O bakımdan, işimiz belki başkalarından biraz daha zordur. Bu sebeple bu mücadele uzun soluklu ve akıllı bir politikayla defedilecektir. Her şeyin başında devletimizin ve milletimizin kararlılığı ve mücadele azmi gelmektedir. Terörün neşet ettiği ve beslendiği coğrafyayı bilenler, bu mücadelenin öyle çok kolay olmadığını da kavrarlar. "Kolay olmadığı" derken, herhangi bir şekilde bıkkınlık değil, tam tersine bu zor ama, bu zor işi başaracağımızı söylemek istiyorum. Ama dışarıdan bilen bilmeyen herkes, bu konuyla ilgili maalesef ileri geri çok yorumlar yaparlar. Türkiye'nin Irak sınırının 350 km. olduğunu, aslında kuş uçuşu bunun daha kısa olduğunu ve o coğrafyanın nasıl bir coğrafya olduğunu, gidip görmeyenler tahayyül edemez. Ben, Şırnak-Hakkari arasını, hem karayolu, hem havadan birkaç kez giden gelen bir insanım. Dünyayı da görevlerim icabı, çok dolaşan bir insanım. Buraya benzeyen coğrafyayı, -sadece, buna Latin Amerika'yı da çok dolaştım orayı da, hepsini söylüyorum- Pakistan'dan Afganistan'a, Tacikistan'dan Afganistan'a giderken o bölgede ancak görürsünüz, böyle bir coğrafya. Dolayısıyla işin hemen kolayına kaçıp, "niçin şura kontrol edilemiyor, niçin şu karakola şöyle oluyor?" soruları sorulurken, önce işin bu tarafını herkesin bilmesi gerekir.
Asimetrik savaş dediğimiz ve her türlü gayri nizami ve hukuki yolları reddeden, gayri nizami olan ve her türlü hukuku reddeden ve hiçbir değerler sistemiyle de kendini bağlı görmeyen terör örgütü tabii ki yeri geldiğinde kalleşçe, yeri geldiğinde başka türlü bir mücadele içerisindedir.
Dünyanın en büyük başkentlerinin ve en güçlü güvenlik engellerinin bile aşıldığını hepimiz biliyoruz. O bakımdan terörle mücadele gerçekten farklı bir mücadele şeklidir ve onun için uzun soluklu olacaktır. Özellikle son dönemde ülkemizdeki demokratik ve hukuk standartlarının tüm alanlarda yükselmesini kendisine tehdit gören bölücü terör örgütü, saldırılarını arttırmaya başlamıştır. Şuna inanıyorum ki: Demokrasiler, teröristlerin istismar edeceği alanları yok ederler. Teröristi ve terörü izole ederler. Dolayısıyla terörle mücadele aslında kolaylaşır. Bundan şu da çıkmaması lazım: Demokrasi derken terörle azimli ve kararlı ve etkili mücadele yapmak için, tedbir almamak, tedbirlerde zafiyet yaratmak, kararlılıkta zafiyet yaratmak, olağanüstü tedbirleri devreye sokmamak anlamının da çıkmaması lazım, kesinlikle. Ben demokrasiden burada bahsederken, onların istismar alanlarını yok etmek, çünkü onların en büyük istismar ettiği alan halktır. Halkla bağlarını kopartmanın yolu da buradan geçmektedir. O bakımdan terör örgütünün son aylardaki saldırılarında, aslında halkta kaybettiği itibarının da çok etkisi vardır. Bölgede, üstlendiği bölgede, uluslararası ve bölgesel diplomatik gelişmelerden sezindiği intibaların da çok büyük bir etkisi vardır. Bu aslında kendisinin bir nevi panik içinde olduğunu göstermektedir. Ve bu son hareketleri, tamamen panik içinde olan, nereye gittiğini bilmeyen bir terör örgütünün davranışlarıdır.
Bölgemizdeki gelişmeler, terör örgütünün herkese tehlike olduğunu göstermiştir. Maalesef Irak'taki otorite boşluğu ve oradaki kontrolsüzlük ve daha önceki başka büyük Irak sebepleri dolayısıyla alınan tedbirler ki, buna 36. ve 38. paralellerin kurulmasından başlarsak, oralarda bir yeşerme ve oralarda bir kök salma maalesef gerçekleşmiştir. Ama son gelişmeler, bölgede işbirliğinin artması, bölge halkının uzun vadeli mutluluğunun gerçekleştirilmesi için bu terör örgütünün buradan ayıklanması gerekliliği, bölge ülkeleri tarafından da geç de olsa fark edilmiştir. Ve geç de olsa tedbirler devreye girmektedir. İşte kendisine alan kalmayacağını fark eden terör örgütü böyle bir panik ve böyle bir acelecilikle son saldırılarını maalesef yapmaktadır.
Şüphesiz ki terörle mücadele stratejilerimiz daima gözden geçirilmekte, alınacak yeni tedbirler varsa, bunlar alınmakta ve bu konudaki kararlılığımız, her fırsatta teyit edilmekte ve tekrarlanmaktadır. Devletimiz, milletimiz, bütün güvenlik kuvvetlerimiz, başta TSK olmak üzere, hep beraber, sonuna kadar, kararlı bir şekilde bu işten kurtulmak için ve bu işi Türkiye'de tehdit olmaktan çıkarmak için ne gerekirse yapılacağını, bunu hem dünya bilmeli, hem terör örgütü bilmelidir. Bu, sloganlar gibi gelebilir ama, bu bir devletin kararlılığıdır. Onun için bunu burada sizlere bir kez daha tekrarlıyorum. Ve inanıyorum ki terör örgütünün bu paniği, sebepsiz değildir. Bunu hepimiz yakın gelecekte göreceğiz.
Sayın Genelkurmay Başkanı,
Silahlı Kuvvetlerimizin Kıymetli Komutanları,
Harp Akademilerimizin Seçkin Mensupları ve Öğrenciler,
Türk Silahlı Kuvvetleri'nin fedakarlığıyla daima gurur duyuyoruz. Cesareti, disiplini ve başarılarıyla her zaman iftihar ediyoruz.
2023'te Cumhuriyetimizin 100. yıldönümünü kutlayacağız. İçeride sorunlarını çözmüş, meselelerini büyük ölçüde halletmiş bir Türkiye, uluslararası düzeyde de çok daha güçlü, çok daha fazla söz sahibi olacaktır. Sahip olduğumuz imkanların farkına vardığımız zaman, kattettiğimiz mesafeyi anladığımız zaman, daha da kuvvetleneceğimize, büyüyeceğimize, gelişeceğimize, samimiyetle inanıyorum.
Nasıl insan, kendi çocuğunun geliştiğini ve büyüdüğünü evin içinde fark etmiyorsa, aslında Türkiye de böyledir. Dışarıya gidenler, Türkiye'nin nasıl büyüdüğünü ve Türkiye'nin itibarını çok daha iyi anlıyorlar. Dünyanın, Türkiye'nin gücünü fark ettiği, ülkemizin dostluğunu ve işbirliğini aradığı bir noktada özgüvenimizde bir zafiyetin oluşması, yakaladığımız ivmeye zarar verecektir. O yüzden, kendimize güvenmemiz lazım. Kendimize asla haksızlık etmememiz lazım.
Değerli Kurmay Subaylar,
Ülkemizdeki tüm kurumlar gibi, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin de yeni küresel mimariyi yakından takip ettiğini ve kendisini bu doğrultuda yenilediğini görüyor, bu çalışmaları takdirle izliyoruz. En son teknolojiyle donatılmış, daha da profesyonel, daha güçlü bir Türk Ordusu, geleceğin küresel çapta güçlü ordusu olacaktır.
Sözlerimin sonunda sizlere şunu söylemek istiyorum: Büyük bir milletin fertleri olduğunuzu ama, onun da ötesinde, insanlık ailesinin onurlu bir üyesi olduğunuzu asla unutmayın. Eksenimiz, evrensel değerler perspektifidir. Cumhuriyetimizi var eden değerler de hep bu değerler olmuştur, olmaya da devam edecektir. Büyük Atatürk'ün gösterdiği istikamet de budur. Bu azim, inanç ve kararlılıkla hepinizi sevgiyle selamlıyorum ve hepinize başarılar diliyorum. "