Irak meselesi, biz hükümet olduğumuzda önümüzde bulduğumuz en önemli dosyalardan biriydi. Kıbrıs, AB, ekonomik meseleler de bununla birlikteydi. Irak’a müdahale süreci bizden önce başlamıştı. ABD’nin bir “neocon” projesiydi; uluslararası bir meşruiyeti yoktu. Başka meselelerde olduğu gibi BM Güvenlik Konseyi’nden bir karar neticesinde değil; ABD önderliğinde, İngilizler’le bir koalisyon sonucu ortaya çıkmıştı.
O dönemde Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in de bunun uluslararası meşruiyeti bulunmadığına işaret eden ve muhalif bir tavrı vardı; başbakan olarak da bunu bana da iletmişti. Tabii başlangıçta dosyalara çok hakim değildik; öncelikle bu meselenin tüm uluslararası veçhelerini ve muhtemel etkilerini ayrıntılarıyla bilmeliydik. Dışişleri’nin brifingleri ve diğer temaslarla bunları netleştirmemiz gerekiyordu.
Bizim için zorluk şuradaydı: Hukuki olarak uluslararası meşruiyeti bulunmayan bir çerçevede, 50 binin üzerinde Amerikan askeri Türkiye'ye gelecek; Türkiye'nin değişik havalimanlarından -Trabzon’dan tutun da Sabiha Gökçen’e kadar- giriş yapacak ve Türkiye içinden bir komşu ülkeyi işgal edecekti. Bu durum cumhuriyet tarihinde de bir ilkti ve büyük bir meseleydi. Kimi arkadaşlar, kimi çevreler, kimi gazeteciler “Amerika’yı reddetmek masada yeri kaybetmek demek” diye açık açık belirttiler, yazdılar. Ben ve bazı arkadaşlarımız böyle düşünmüyorduk. Büyük bir sorumluluk, tarihî bir sorumluluk sözkonusuydu. Bunu bir başbakan olarak üstlenmenin ağırlığını her saniye üzerimde hissettim.
Tabii böyle bir olaya girerseniz, bu kadar Amerikan postalı ilk defa Türk topraklarına ayak basacak. Bir kısmı burada, bir kısmı orada… Bunların lojistikleri, ilişkileri… Nihayetinde savaş bitecek, Irak yakılacak-yıkılacak ama ondan sonra bunlar ne zaman gidecekler? Ne zaman tamamen çekilecekler? Yakın tarihte birçok örnek vardı: Güney Kore’den tutun da Afganistan’a kadar. Bunlar çok büyük sorulardı. Tabii Irak’ta bir diktatör vardı hiçbir zaman sempati duymadığımız. Kendi halkına zulmeden bir Saddam… Türkmenler’e, Kürtler’e, kendisine karşı gelen Araplar’a, herkese… Amansız, acımasız bir diktatör. Aslında bu işgal fırsatını tabii o veriyordu. Ancak diğer bir gerçek de şuydu: Ortadoğu’da Filistin meselesi çözülmemiş, orada sağlam bir barış sağlanmamıştı. Ortadoğu’nun hem maddi kaynak, hem de insan kaynağı bakımından -nüfus ve para, petrol- en güçlü devleti Irak’tı. Suudi Arabistan’ın parası vardı, insanı yoktu. Mısır’ın insanı vardı, parası yoktu. ABD geleneksel olarak İsrail’in güvenliğini önplanda tutuyordu.. Neocon’lar ve onların bir nevi güdümüne girmiş Başkan Bush da bu projenin kilit insanlarıydı. Yani, İsrail’in güvenliğini tehdit eden en güçlü ülkenin belini kırmak istiyorlardı.
Bu koşullarda, şüphesiz öncelikle askerî yapımızın görüşleri ve hareketi çok önemliydi. Genelkurmay Başkanımız Orgeneral Hilmi Özkök bize karşı çok dürüst davranıyordu. Kendisiyle konuştuğumda, hem bardağın dolu tarafını hem de boş tarafını anlatıyor ve ihtimalleri aktarıyordu.
Bizim için bir başka tedirginlik konusu da şuydu: Yeni hükümet olmuştuk. Reformcu bir hükümet anlayışımız vardı. Türkiye’de uzun bir dönemden sonra tek başına iktidar olan bir hükümettik. Bu tek başına iktidar gücünü, Türkiye'nin demokratik ve ekonomik kalkınmasına seferber etmek istiyorduk. Dolayısıyla bunları devreye sokacağız ve AB hedefi doğrultusunda da süratli bir şekilde yürüyeceğiz. İlk hedeflerimizden biri AB müzakere süreci ve Türkiye’nin “Kopenhag Kriterleri”ni yakalayıp buna dahil olmasıydı. Tüm bunları düşündüğümüzde, böyle bir ajandası olan bir hükümetin “savaşa yol vermesi” çok çelişkili bir durumdu doğrusu. Savaşa girerseniz, kaçınılmaz olarak güvenlik politikaları uygulayacaksınız. Halbuki biz o dönem Güneydoğu Anadolu’da 30 senedir uygulanan “olağanüstü hâl”leri kaldırmışız; normal döneme geçmişiz; Devlet Güvenlik Mahkemeleri sona ermiş… Eğer savaşa angaje olursak, bu kadar yabancı asker gelince ister istemez bunların arkasına kendi topraklarımızda da kendi askerlerimizi koyacağız.
Ayrıca Türkiye’deki “Kürt meselesi” zaten hallolmamış büyük bir mesele. Girilen bölge Kürt bölgesi olacak ve Amerikalılar’ı o coğrafyaya biz sokacağız. Tabii kimi çevreler gayet hayalci bir şekilde “Musul, Kerkük petrollerinde söz sahibi olmak” gibi cümleler sarfediyorlardı ama; benim endişem hatta korkum, bırakın petrolü, suya gidip susuz gelme durumu, hatta Kürtler’le çok daha içinden çıkılmaz problemlerin ortaya çıkmasıydı.
Sonuçta başbakan olarak sadece benim değil, partide önemli bir grup arkadaşın da ciddi şüpheleri vardı. Hem Bakanlar Kurulu’nda hem milletvekilleri içinde, durumu tüm boyutlarıyla değerlendiren insanlar bulunuyordu. Tabii bunun yanısıra bazı arkadaşlar da yine iyi niyetli olarak Türkiye’nin geleceği için daha “pratik” hareket etmek gerektiğini düşünüyor; derin analizlere girmeden “aman masada olalım” diyorlardı.
İşte bu şartlar altında süreç işlerken Davos Toplantısı oldu. Orada en üst Amerikan yetkilisi olarak Dışişleri Bakanı Colin Powell’la da buluştuk; özel bir görüşme yaptık. Powell çok prestijli bir insandı şüphesiz; 1. Körfez Savaşı’nın galibi komutan, hükümetin en kuvvetli ismi, kendi karizması yüksek biri... Yaptığımız özel görüşmede, onun aslında bu savaşa çok gönüllü olmadığını gördüm, hissettim. Aslında kendisi de bunu hissettirdi. Yanımda Büyükelçi Gürcan Türkoğlu vardı. Bir taraftan Amerikan askerlerinin Türkiye’ye girmesi, çıkartma yapılacak iskeleler, İskenderun Körfezi’ndeki düzenlemelerden bahsederken; diğer taraftan “çok da acele etmeyin” diyordu. Kendisine “Ben bunu şüphesiz meclise götüreceğim ve meclis karar verir” dediğimde “yani o zaman karar Türkiye’nindir” diyecek kadar dürüst bir yaklaşımı vardı. Tabii sonraki süreçte kendisine “Irak’ın nükleer çalışmaları var” efsanesinin nasıl dayatıldığını, nasıl aldatıldığını ve bunu ömür boyu bir leke olarak taşıdığını, yazdığı kitapta ifade edecekti.
Meclisteki genel kuruldan 1 gün önce bir grup toplantısı yaptık. Grup toplantısında Genel Başkan Tayyip Bey de bir konuşma yaptı. Ben de başbakan olarak herkesi bilgilendirdim. O zaman Dışişleri’nin hazırladığı artıları, eksileri sözlü ve yazılı olarak ilettim. Hatta bu süreç içerisinde bütün siyasi partilerin genel başkanlarını davet ettim. Rahmetli Ecevit de vardı; Rahmetli Mesut Bey, rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu… Hatta Cem Uzan bile vardı; o seçimde çok oy almıştı. Hepsinin fikirlerini dinledim.
Şu bir gerçekti ki, Türk kamuoyu ciddi bir şekilde bu savaşa karşıydı. Hatta Türkiye’ye gelip halkla röportajlar yapan televizyonlar -BBC gibi- benimle de mülakat yapıyorlardı. Bana “halkınız karşı, siz nasıl geçireceksiniz” sorularını yönelttiler. Ben de onlara şunu söylüyordum; “I’m not Emir or King, I’m the elected Prime Minister” (Ne emirim, ne kralım, ben seçilmiş bir başbakanım). Yani, ben meclise getireceğim, meclis ne derse o olacak. Hatta birkaç kere danışmanlarım uyardı; “emir-kral demeyin alınırlar” diye; ama doğrusu buydu.
O günlerde bir de İzmir seyahatim olmuştu. Rahmetli anneannemin, büyükbabamın kabrini de ziyaret etmiştim sessizce, sabahın erken saatinde. Çıkarken, kabristanda insanlarla karşılaştım. Kadınlar koşarak yanıma geldi. Bana söyledikleri şuydu: “Aman bizi savaşa sokma.” Bu hiç aklımdan çıkmaz. Savaşın ne demek olduğunu biliyoruz. Savaş ölüm demek, ayrımsız. Hele bugünün savaşları, büyük yıkım demek. Çoluk, çocuk, herkes yani… Ve bu uluslararası meşruiyeti de olmayan bir savaş olacağı için çok daha farklı olacaktı. Dolayısıyla bu duygular içinde meclise gittim.
Siyasi hayatımda sorumluluk duygusunu çok önemserim. Bazı kişiler risk almaya açıktır. Ben bunu yapamam. Bu mesele, diyelim kendi yaptığınız bir ticaret, bir ekonomik faaliyet değil. Neticesi sadece sizi ilgilendiren bir konu değil ki risk alalım. Milletin meselesi bu. Çok iyi hesaplanması, analiz edilmesi ve tartılması gerekir; tabii sonuçta ne olursa olsun o karara uyulması gerekir.
Konuyu meclise getirdiğimizde milletvekillerini detaylı bilgilendirdim. Son konuşmamızda da şunu söyledim: “Ben birçok başbakanın bu tip konularda yaptığı gibi hepinizin, grubumun oyunu alıp, sizin adınıza mecliste kullanmayacağım. Yani ‘şu yönde oy kullanın’ gibi bir talimatım olmayacak. Sizi yeterince bilgilendirdik. Neticede altında benim imzam olacağı için durumum farklı. Ancak sizler de farklısınız. Örneğin Amerikan Kongresi neyse bizim Meclis’imiz de öyledir” dedim.
1 Mart 2023’te Meclis’te yapılan oylamada, bildiğiniz gibi 264 kabul, 250 red, 19 çekimser oy kullanıldı. Anayasa’nın 96. maddesinde öngörülen 267 salt çoğunluğa ulaşılamadı. Yani 3 oyla da olsa tezkere reddedildi.
Benim değerlendirmem şudur: Büyük sorumluluk duygusu içinde hareket etmemizin neticesinde, Türkiye için çok hayırlı oldu. Ahlaki kaygılar güden insanların-vekillerin ödüllendirilmesi diyebilirim. Kendi topraklarımızdan savaşa yol verseydik, Irak’ın altüst oluşuna da katılmış olacaktık. Ne olursa olsun bütün Arap dünyası, bütün İslâm dünyası, hatta Avrupa için; işbirlikçi olarak, Amerikalılar’ın güdümünde bir ülke olarak hafızalarda ve arşivlerde yer alacaktık.
Türkiye tezkereyi reddedince, ülkemizin dünyada en itibarlı seviyeye çıktığı bir döneme girdik. Arap sokaklarında da, Avrupa sokaklarında da, Türk dünyasında da bunun etkisini gördük. Birçok devlet başkanı beni arayıp “çok saygıdeğer bir ülke olduğunuzu gösterdiniz” dedi. En çok etkilenenlerden biri Putin, bir diğeri de Chirac’dı. Chirac o tarihe kadar Türkiye’yi ABD’nin güdümünde bir ülke olarak değerlendiriyordu; AB konularında bunun etkilerini hissettiriyor hatta açıkça ifade ediyordu; kendisiyle tatsız görüşmelerimiz de olmuştu. Ancak bu hadiseden sonra her AB toplantısında -ki o zaman sıklıkla liderleri de davet ederlerdi ve ben de birkaç zirveye katıldım- her seferinde yanıma oturdu ve özel görüşmek istedi. Birçok başka liderin de yaklaşımı değişmişti.
ABD’yle ilişkilerimizde ise tabii bir soğukluk meydana geldi ama, Amerikalılar çok şoke olmadılar aslında; daha ziyade Türkiye’deki Amerikancılar şoke oldu! Tezkere geçsin diye çok uğraşanlar ve Amerikalılar’la yakınlığıyla ünlenenler… ABD’nin “çok büyük intikam alacağını” falan yazan-çizenler… Ancak dediğim gibi, ABD’deki birçok sağduyulu siyasetçi Türkiye’nin bu kararına saygı gösterdi. Hatta daha sonra ben Dışişleri Bakanı olarak gittiğimde, o dönem tezkerenin geçmesi için büyük baskı yapan hem Cheney hem Rumsfeld benimle görüşmek istedi. Hepsine de dürüst bir şekilde bütün bunları anlattım. Onlar da Türk halkının büyük çoğunluğunun tezkereye karşı olduğunu bildiklerini ifade etti. Zaten ABD’deki Demokratlar da karşıydı; Başkan Obama bile “hayır” oyu kullanmıştı kendi meclislerinde.
Türkiye’nin kararı, ideolojik, körü körüne bir reddediş değildi. Altında ciddi analizlerin, ciddi ahlaki sorumlulukların hissedildiği bir duyguyla ve kararla Meclis bunu reddetti. Meclisin reddetmesi Türkiye’nin itibarını çok yükseltti, ülkenin önünü çok açtı. 2007-2010’lara kadarki itibar artışının en büyük nedeni budur. Avrupa’yla en iyi dönemimizi yaşadık. Kimilerinin dediği gibi Amerikalılar’la ilişkilerimiz yıkılmadı. Daha o zaman, bana “ABD’yle ilişkiler koptu” diye feryat edenlere de şunu söylerdim: “Hayır, şimdi ABD’yle daha sağlıklı ilişkiler var. Önceden sadece askerî ilişkiler ve onların güdümünde görünen bir ülkeyken şimdi daha sağlıklı ve saygın bir ülkeyiz.” Nitekim böyle de oldu. Kimi kötü niyetliler, gizli anlaşmalar, “Büyük Ortadoğu Projesi”, “PKK’ya destek” diyerek bu süreci baltalamak istedi ama; bildiğiniz gibi önyargılı oldukları için bugün bile devam ediyorlar bunlara.
Benim değer verdiğim, hatta arkadaşlığım da olan bazı yazarlar; müthiş bir Amerikan taraftarlığıyla, ABD’yle beraber hareket edilmesi gerektiği noktasında o kadar ileri gittiler ki, suçlamaya varan yazılar yazdılar. Wolfowitz’le telefon görüşmeleri dahi yapıp Türkiye’de bir etki oluşturmaya çalıştılar. Diğer taraftan bizim içimizdeki siyasetçiler ve milletvekilleri arasında, eğitimlerini Batı’da almış, hatta “Batıcı” bilinen birçok arkadaş da tezkereye karşı çıktı; çünkü o ahlaki sorumluluğu hissetti. Ancak bunun yanında kendisini daha “geleneksel” ve “yerli” sayan birçok arkadaş ise daha “pratik” hareket etmek istedi; tezkerenin geçmesi için çaba sarfetti.
ABD malum büyük bir güç, büyük bir devlet; ekonomik, teknolojik, bilim-kültür-sanat olarak lider ülke dünyada. Türkiye şüphesiz bunu yok sayamaz. Türkiye-ABD ilişkilerinin güçlü olması bizim için şüphesiz önemlidir; ama bunun sağlıklı bir şekilde olması, Türkiye’nin kendi çıkarlarını önde tutması daha da önemlidir.